Seçilmiş Gelir İdaresi özelgeleri

Gelir İdaresi özelgeleri, vergi cezası ve gecikme faizine karşı koruma sağlıyor. Aynı nitelikli özelgeler sadece özelgenin verildiği değil bütün mükellefler için aynı sonuçları doğuruyor. Bu nedenle özelgeler oldukça önemli ve izlenmesi gereken kaynaklar.

Gelir İdaresi’nce verilen özelgelerden seçilmiş bazılarının özetine, yorum yapmadan zaman zaman bu köşede yer vermeye çalışıyorum. İşte son zamanlarda verilen özelgelerden seçtiğim bazılarının özeti. Özelgelerin tam metinlerine Gelir İdaresi’nin internet sitesinden ulaşmak mümkün.

– Mahkeme kararı gereği ödenen ve kusursuz sorumluluktan kaynaklanan tazminat ticari kazancın tespitinde gider kabul edilir mi?

(03.11.2016 tarih ve 72031 sayılı özelge)
Teşebbüs sahibinin, Borçlar Kanunu’nun “İstihdam Edenin Kusursuz Sorumluluğu” hükümleri çerçevesinde katlandığı tazminat yükümlülüğünün, teşebbüs sahibinin suçundan doğan tazminat olarak kabul edilmesi söz konusu değildir. Bu nedenle, sahip olunan aracın sürücüsünün yapmış olduğu ölümlü kaza nedeniyle açılan tazminat davasında Asliye Hukuk Mahkemesi’nce verilen karar çerçevesinde ödenen manevi tazminat ve varsa tazminata ilişkin yasal faizin ticari kazancının tespitinde gider olarak dikkate alınması mümkündür.

– Gelecek yılı da kapsayan sigorta için ödenen primler hangi dönemin gideri olarak dikkate alınır?

(07.12.2016 tarih ve 239534 sayılı özelge)
Nakliyecilik faaliyetinde kullanılan araçla ilgili olarak ödenen ve gelecek vergilendirme dönemlerini ilgilendiren sigorta prim tutarlarının cari hesap dönemine ait kazancın tespitinde gider olarak dikkate alınması mümkün değildir. Gelecek hesap dönemini de kapsayacak şekilde peşin olarak yapılmış olan kasko ve zorunlu trafik sigortası harcamalarının cari yıla ait olan bölümünün cari yılda, bu harcamalardan sonraki yıla ait olan bölümlerin ise gelecek yılda gider kaydedilmesi gerekir.

– Kira kayıp bedeli beyan edilmesi gereken bir gelir midir?

(27.07.2017 tarih ve 399531 sayılı özelge)
Belediye tarafından yapılan ihalede satın alınan taşınmazların geç teslim edilmesi nedeniyle açılan dava sonucunda lehe hükmolunan ve kiralama işlemine dayanmayan kira kaybı tutarının Gelir Vergisi Kanunu’nun 75. maddesinde yer alan genel tanım kapsamında, söz konusu tutara bağlı olarak tahsil edilen yasal faizin de anılan maddenin (6) numaralı bendi (alacak faizi) kapsamında menkul sermaye iradı olarak vergilendirilmesi gerekir.

– Yurt dışında ödenen kredi faizi Türkiye’de elde edilen kira gelirinden indirilebilir mi?

(09.06.2017 tarih ve 162467 sayılı özelge)
Gelir Vergisi Kanunu’nun 74. maddesinde, gerçek gider yönteminin tercih edilmesi halinde, gayrimenkul sermaye iradının safi tutarının tespitinde hangi harcamaların gider olarak dikkate alınacağı düzenlenmiştir. Söz konusu maddede, yurt dışından kullanılan krediye ilişkin ödenen faiz tutarlarının indirim olarak dikkate alınacağı hususunda herhangi bir hükme yer verilmemiştir. Bu nedenle, yurt dışından kullanılan krediye ilişkin ödenen faiz tutarlarının, Türkiye’de elde edilen kira gelirinden indirim konusu yapılması mümkün değildir.

– Mülkiyeti mükellefin babasına ait işyerinin bedelsiz olarak kullanması durumunda gelir vergisi stopajı yükümlülüğü doğar mı?

(07.03.2017 tarih ve 10 sayılı özelge)
Mülkiyeti mükellefin babasına ait olan işyeri için nakden veya hesaben kira ödemesinde bulunulmaması ve defter kayıtlarında bedelsiz olarak tahsis edilen işyerine ait kira ile ilgili herhangi bir gidere yer verilmemiş olması kaydıyla, gelir vergisi tevkifatı yapılmaz, başkaca tevkifata tabi ödemede bulunulmaması halinde muhtasar beyanname verilmez.

Ancak, söz konusu işyeri için Gelir Vergisi Kanunu’nun 73. maddesi hükmüne göre emsal kira bedelinin hesaplanması ve emsal kira bedelinin Kanun’un 86. maddesinin birinci fıkrasının (1) numaralı bendinin (d) alt bendi hükmü uyarınca belirlenen sınırı aşması durumunda, mülk sahibi tarafından yıllık gelir vergisi beyannamesi ile beyan edilmesi gerekir.

– Kalkınma ajansından alınan hibe tutarı ne zaman gelir kaydedilir? Bu tutara ait faizin ajans hesaplarına aktarılmasında nasıl işlem yapılır?

(20.10.2017 tarih ve 125707 sayılı özelge)
Kalkınma Ajansı’ndan alınan hibelerin şirketin banka hesabına aktarıldığı dönemin geliri kabul edilerek kurum kazancına dahil edilmesi ve söz konusu hibe tutarının “602- Diğer Gelirler” hesabında muhasebeleştirilmesi gerekir.

Diğer taraftan, Kalkınma Ajansı ile yapılan destek sözleşmesine göre adı geçen Ajans tarafından verilen hibelerin yatırıldığı hesaba tahakkuk eden faiz gelirleri ile bunun üzerindeki her türlü hak ajansa ait olduğundan bu faiz gelirlerinin kurum kazancıyla ilişkilendirilmemesi gerekir. Söz konusu faiz tutarlarının şirkete yapılacak nihai ödemeden mahsup edilen kısmının kurum kazancının tespitinde gelir olarak dikkate alınması gerekir.

“İzaha Davet” Yapılacak Konular

Vergi Usul Kanunu’nun (VUK) mülga 37’inci maddesi, 9/8/2016 tarihli ve 29796 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 6728 sayılı Kanun ile “İzaha davet” başlığı altında yeniden düzenlenerek vergi sistemimizde, İdare ve mükellefler arasındaki uyuşmazlıkların azaltılması, İdarenin zamanını daha etkin ve verimli alanlara hasretmesi, olayların gerçek mahiyetinin tespit edilmesine mükelleflerce daha çok katkıda bulunulması ve bu sayede vergiye gönüllü uyumun artırılması amacıyla yeni bir müessese ihdas edilmiştir.
İzaha davet müessesesi, verginin ziyaa uğradığına delalet eden emareler bulunduğuna dair yetkili merciler tarafından yapılmış “ön tespit”lerle ilgili olarak, aynı merciler tarafından mükelleflerden açıklama talep edilmesi olup, bu müessese, yapılan değerlendirmeler sonucunda vergi ziyaına sebebiyet vermediği anlaşılan mükelleflerin konuyla ilgili vergi incelemesine veya takdire sevk edilmesini önlemekte, vergi ziyaına sebebiyet verildiği durumlarda ise belirli şartlar dahilinde indirimli ceza uygulanmak suretiyle mükellefleri daha ağır müeyyidelerden korumaktadır.
Anılan kanun maddesindeki hüküm uyarınca, Maliye Bakanlığı ön tespitin niteliğini, izaha davetin şeklini ve kapsamını, daveti yapacak ve yapılan izahı değerlendirecek mercii, davet yapılacakları, yapılan izahta kullanılacak bilgi ve belgeler ile uygulamaya ilişkin usul ve esasları belirlemeye yetkilidir. Maliye Bakanlığı bu yetkisini kullanarak, 25 Temmuz 2017 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 482 Sıra Nolu Vergi Usul Kanunu Genel Tebliği’nde söz konusu düzenlemeleri ve açıklamaları yapmıştır.
Anılan tebliğde açıklandığı üzere, Maliye Bakanlığı tarafından izaha davet kapsamına alınan konular aşağıdaki gibi olup, aşağıda belirtilen konularda hakkında vergi ziyaına yol açmış olabileceği yönünde ön tespit bulunanlar izaha davet edilecektir.
1. Ba-Bs bildirim formlarında yer alan bilgilerin çapraz kontrolleri sonucunda, vergiyi ziyaa uğratmış olabileceğine dair haklarında ön tespit bulunan mükellefler.
2. Banka ve benzeri finans kurumlarından alınan bilgilere göre, kredi kartı satış cihazı (sanal pos, kredi kartı, banka kartı-debit ve imprinter cihazı gibi) kullanan mükelleflerin, yaptıkları satış tutarları ile KDV beyannamelerinin karşılaştırılması sonucunda, satış tutarlarının düşük beyan edilmesi suretiyle verginin ziyaa uğratılmış olabileceğine dair haklarında ön tespit bulunan mükellefler.
3. Serbest meslek kazancı, ücret, gayrimenkul sermaye iradı gibi tevkifata tabi gelir elde edenler tarafından verilen yıllık gelir vergisi beyannameleri ile bu gelirler üzerinden tevkifat yapanların verdikleri muhtasar ve prim hizmet beyannamelerinin karşılaştırılması sonucu verginin ziyaa uğratılmış olabileceğine dair haklarında ön tespit bulunanlar.
4. Çeşitli kurum ve kuruluşlardan elde edilen bilgilerle 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 164 ve 168’inci maddeleri ile 3568 sayılı Serbest Muhasebeci Mali Müşavirlik ve Yeminli Mali Müşavirlik Kanunu’nun 46 ncı maddesi kapsamında belirlenen asgari ücret tarifelerinin karşılaştırılması sonucunda, serbest meslek kazancını ve hesaplanması gereken KDV’yi ilgili dönem beyannamelerinde beyan etmediği veya eksik beyan ettiği yönünde haklarında ön tespit bulunan avukatlar ve 3568 sayılı Kanun kapsamındaki meslek mensupları.
5. Gelir Vergisi Kanunu’nun (GVK) 89’uncu maddesi ve 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu’nun (KVK) 10’uncu maddesine göre, bağış ve yardımlar, eğitim ve sağlık harcamaları ile girişim sermayesi fonu olarak ayrılan tutarlar beyanname üzerinde gösterilmek ve bu maddelerde belirtilen oranları aşmamak şartıyla beyan edilen gelirden veya kurum kazancından indirim konusu yapılabilmektedir. Bu kapsamda, belirtilen söz konusu oranların üzerinde indirim yaptıklarına dair haklarında ön tespit bulunan mükellefler.
6. Maliye Bakanlığı’na verilen kâr dağıtım tablosunda yer alan bilgiler ile diğer verilerin karşılaştırılması sonucunda, dağıtmış oldukları kârlar üzerinden vergi kesintisi yapmadıkları yönünde haklarında ön tespit bulunan mükellefler.
7. GVK’nın 88’inci maddesi ve KVK’nın 9’uncu maddesinde yer alan şartlardan herhangi birisini ihlal etmek suretiyle geçmiş yıl zararlarını gelir veya kurumlar vergisi matrahının tespitinde indirim konusu yaptığı yönünde haklarında ön tespit bulunan mükellefler.
8. KVK’nın 5’inci maddesinin birinci fıkrasının (a) ve (b) bentleri kapsamına giren iştirak kazançlarının, Maliye Bakanlığı’nca veya ilgili idarelerce yapılan düzenlemeler uyarınca tutulan muhasebe kayıtlarında iştiraklerden temettü gelirlerinin izlendiği hesaplarda gösterildikten sonra, beyannamede istisnalar arasında yer alması gerekmektedir. Söz konusu hesaplarda, elde edilen iştirak kazançlarının yer almaması ya da bu hesapların hiç kullanılmaması hallerinde, bu kazançları beyanname üzerinde istisna olarak gösterdiğine dair haklarında ön tespit bulunan mükellefler.
9. KVK’nın 5’inci maddesinin birinci fıkrasının (e) bendinde yer alan, taşınmaz ve iştirak hisseleri ile kurucu senetleri, intifa senetleri ve rüçhan hakları satış kazancı istisnasından faydalanan mükelleflerden; menkul kıymet ve taşınmaz ticareti ve kiralanması faaliyeti ile uğraşıldığı, istisnaya konu kazancın %75’lik kısmının özel fon hesabına alınmadığı veya beş yıllık süre içerisinde özel fon hesabından çekildiği ya da satışın yapıldığı yılı izleyen 5 yıl içinde şirketin tasfiye edildiği yönünde haklarında ön tespit bulunanlar.
10. Ortaklara olan borçların toplamının, öz sermayenin üç katından fazla olduğu yönünde haklarında ön tespit bulunan mükellefler.
11. Dönem sonu bilançosunda “Ortaklardan Alacaklar” hesabında bakiye bulunmakla birlikte aynı döneme ilişkin gelir tablosunda faiz geliri beyan etmediği yönünde haklarında ön tespit bulunan mükellefler.
12. Ortaklık hak ve hisselerini elden çıkardıkları halde gelir vergisi beyannamesi vermedikleri veya vermiş oldukları gelir vergisi beyannamesinde bu gelirleri beyan etmedikleri yönünde haklarında ön tespit bulunan limited şirket ortakları.
13. Gayrimenkul alım/satım işlemlerine ilişkin olarak, tapu daireleri, banka ve benzeri finans kurumları ile diğer kurum ve kuruluşlardan elde edilen bilgilerin karşılaştırılması sonucunda, alım/satım bedelinin eksik beyan edilmiş olabileceğine dair haklarında ön tespit bulunanlar.
14. Tapuya tescil edilen gayrimenkullerin elden çıkarılmasından doğanlara ilişkin olarak, tapu dairelerinden elde edilen verilere göre, gayrimenkulleri iktisap tarihinden başlayarak beş yıl içinde elden çıkardıkları ve istisna haddinin üstünde kazanç elde ettikleri halde beyanname vermediklerine dair haklarında ön tespit bulunanlar.
15. Banka, benzeri finans kurumları, Posta ve Telgraf Teşkilatı Genel Müdürlüğü veya abonelerine elektrik, su, doğalgaz, internet hizmeti vb. mal ve hizmetleri teslim eden/sunan kurumlar ile diğer kurum ve kuruluşlardan alınan bilgilerin değerlendirilmesi neticesinde, kira geliri elde ettiği anlaşılanlar ile muhtasar ve prim hizmet beyannamelerinde yapılan tevkifat tutarına göre istisna ve beyan sınırı üzerinde kira geliri elde ettiği anlaşılanlardan gayrimenkul sermaye iratlarını beyan etmediklerine veya eksik/hatalı beyan ettiklerine dair haklarında ön tespit bulunanlar.
16. Sahte veya muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge kullanma fiilinin işlenmiş olabileceğine dair vergi inceleme yetkisini haiz kişilerce düzenlenen raporlara istinaden yapılan ön tespitlerde, kullanılan sahte veya muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge tutarının; her bir belge itibarıyla 50.000 TL’yi geçmemesi ve mükellefin ilgili yıldaki toplam mal ve hizmet alışlarının %5’ini aşmaması kaydıyla mükellefler. (Sahte veya muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge kullanma fiilinin işlenmiş olabileceğine dair belge tutarının tespiti ile mal ve hizmet alış tutarının hesaplanmasında vergiler hariç tutarlar dikkate alınacaktır.)

Akif AKARCA

Aile anayasası önemini yitiriyor mu ?

 

Geçtiğimiz günlerde basına yansıyan bir söyleşide Aile Anayasası’nın hukuki yaptırımının olmadığı, centilmenlik anlaşması seviyesinde kaldığı, çok işlevsel olmadığı, uygulanabilirliği açısından eleştiriler aldığı yönündeki beyanları okuyunca, uygulamada bazı sıkıntılar ve tereddütler yaşandığını düşündüm. Bu durum, kurumsallaşma ve aile anayasasına sahip olma niyeti bulunan aile işletmelerinin şevkini kırıcı bir etkiye de sahip olabilirdi. Zira, ülkemizin dört bir yanında birçok aile şirketinin öncelikli hedefleri arasında kurumsallaşma ve aile anayasasına sahip olma arzusu bir şekilde yer almaktadır.
Aile Anayasası, gelişmiş ülke ekonomilerinden dünyaya ve dolayısıyla ülkemize de yayılmış bir uygulama aslında. Zira, batı ülkelerinde de şirketlerin ağırlıklı kısmı ailelere ait. Orijinali “Family Constitution” olan Aile Anayasası için yabancı literatürde Aile Protokolü, Aile İlkeleri Beyannamesi, Aile Kuralları ve Değerleri, Aile Stratejik Planı gibi kavramlar da kullanılıyor. Ülkemizde Aile Anayasası ve Aile Konseyi uygulamasına giden ilk şirket Sabancı Holding’dir. Sabancı Ailesini sonradan birçok aile takip etse de, ülkemizde Aile Konseyi ve Aile Anayasasına sahip şirket sayısı oldukça sınırlıdır. Nitekim, geçtiğimiz günlerde Türkiye Kurumsal Yönetim Derneği’nin DÜNYA Gazetesi’nde yayımlanan Aile Şirketi Öncelikleri Anketi’nde de, ankete katılan aile şirketlerinin %60’ının Aile Anayasası’nın bulunmadığı, %53’ün de Aile Konseyi’nin bulunmadığı sonucu ortaya çıkmıştır.
Bazı olumsuz örneklerden yola çıkarak Aile Anayasası’nı basite indirgemek ve önemsizleştirmek kanımızca doğru bir yaklaşım değildir. Zira, aile üyeleri niyet ve fikir düzeyinde hazır değilken sadece ve biran önce Aile Anayasası’na sahip olmak isteyen aile şirketlerinde arzulanan neticenin elde edilememesi kuvvetli bir olasılık iken dışarıdan sağlanan süreçte ailenin yapısı, ihtiyaçları, bugünü ve geleceği ilgililer tarafından doğru tahlil edememiş de olabilir. Aile şirketleri nihayetinde bu süreci kendileri bizzat yürütmemekte, dışarıdan danışmanlık hizmeti almaktadır. Son yıllarda aile şirketlerinin bu alana yoğun ilgileri ise Aile Anayasası ve kurumsallaşma hizmeti vermek amacıyla birçok danışmanlık firmasının ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Hatta, internette araştırma yapıldığında matbu aile anayasası örneklerine ulaşmak dahi mümkündür. Oysa, alt yapısı oluşturulmadan ve üzerinde uzlaşı sağlanmadan hazırlanmış standart bir aile anayasası her şirkette aynı sonucu vermeyeceği gibi bazen istenmeyen sonuçlar dahi doğurabilir. Buna karşılık, gerek dünyada gerekse ülkemizde çok başarılı Aile Anayasası uygulamaları bulunmaktadır.
Aile Anayasası alelade bir belge değil, nihayetinde kurumsallaşma yolunda somutlaşmış niyetlerin, geleceğe yönelik hedefl erin ve iradelerin tescil edildiği bir belgedir aslında. Şirket ile aile ilişkilerinin bugünü yanında ve daha çok yarınını kapsar. Bu belgeyi anlamlı kılan ise, sadece Aile Anayasasına sahip olma düşüncesiyle hazırlanması değil, içerdiği bütün ilke ve kuralların aile fertleri tarafından genel olarak özümsenip kabul edilmiş olmasıdır. Aksi takdirde, eleştirilerde öne sürüldüğü gibi işlevsiz bir belge olmaktan öteye de gidemez.
İşin diğer bir boyutu da, bu konuda Türk Ticaret Kanunu ile getirilen düzenlemelere vakıf olunması ve hayata geçirilmesidir. Türk Ticaret Kanunu ile getirilen düzenlemeler ile taçlandırılmadan hazırlanmış Aile Anayasası ilkeleri, işlevsel olmaktan, hukukî sonuçlar doğurmaktan ve uygulanabilir olmaktan yeterince faydalanamaz. Bugün şirketin mevcut aile üyeleri tarafından uyumlu bir şekilde işletilmesi, gelecek kuşaklar döneminde de sorunsuz bir şekilde yoluna devam edeceği anlamına gelmez. Bu nedenle, aile işletmeleri, kurumsallaşma ve aile anayasası hedeflerinden vazgeçmemeli, aksine aile üyelerinin bu konudaki isteklerini canlı tutmalı ve teşvik etmelidir. Aile Anayasası neticede yazılı düzen demektir ve yazılı düzen her zaman için kuralsızlıktan yahut sözlü kurallardan daha iyidir.

SONER ALTAŞ 

AİLE ŞİRKETLERİNDE SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK MÜMKÜN MÜDÜR?

Bilindiği üzere aile işletmeleri, iktisadi hayatta yalnızca Türkiye’de değil, global anlamda da oldukça önemli bir yer arz etmektedir. Türkiye’de aile şirketleri GSMH’nin yaklaşık yüzde 75’ini ve istihdamın da yaklaşık yüzde 85’ini sağlamaktadır.[1]

Aile şirketleri Türkiye ekonomisinde “kilit taşı” rolünü üstlenmekle birlikte, mevcudiyetleri ekonomik dayanıklılığının arttırılması bakımından da oldukça mühim bir role sahiptir.
Aile şirketlerinin uzun ömürlü olması konusu sürdürülebilirlik ilkesine dayanmakla birlikte dünya genelinde aile şirketlerinin nesilden nesile aktarılması noktasında yüzdeler göreceli zayıftır. Ülkemizde bu duruma ilişkin danışmanlık şirketlerinin çalışma ve araştırmaları haricinde resmi bir araştırma bulunmamakla birlikte sayısal verilerin Uzakdoğu’nun oldukça gerisinde olduğunu, dünya geneli ile paralel seyrettiğini gözlemlemekteyiz. Peki, aile şirketlerinde sürdürülebilirlik mümkün müdür? Aşağıda vurgulayacağımız içselleştirilmiş kurumsallaşma yolunda doğru adımlar atılarak ilerlenmesi durumunda bu sorunun cevabı pozitif olduğunu söyleyebiliriz. Önemli tecrübeler edindiğimiz aile şirketlerinin kurumsallaşması konusundan yola çıkarak hazırladığımız bu yazımızda aile şirketlerinde kurumsal yönetim konusu giriş seviyesinde incelenmektedir.

Aile şirketleri bakımından kurumsallaşma ve kurumsal yönetim

Kurumsallaşma kavramından anlaşılması gereken hesap verilebilir ve şeff af bir yönetim anlayışı altında yeknesak bir sistem haline gelebilmek olsa da aile şirketleri açısından bu durum “şirketin kurumsallaşması” ve “aile ilişkilerinin kurumsallaşması” olarak ikiye ayrılarak incelenmelidir. Bu ayrımın toplamı da “içselleştirilmiş kurumsallaşma” kavramını oluşturacaktır.

Süreç kapsamında oluşturulabilecek mekanizmalar

– Aile-Şirket ilişkisi

Öncelikle aile-şirket ilişkisinin önemine değinmek gerekir. Sağlıklı aile şirketlerinin öne çıkan unsuru hissedarlarının iyi (sevgi- saygı-hoşgörü-empati-mesafe arasında odaklanan) aile ilişkilerine sahip olmaktadır. Hissedarları arasında iyi aile ilişkilerine sahip aile şirketlerinde, aşağıda değinilen aile anayasası, aile konseyi ve hissedarlar sözleşmesi gibi uygulamalar, şirketin devamını sağlama bağlamında yalnızca birer araçtır.

– Aile Konseyi

Aile bireylerinin birer katılımcı olduğu aile konseyini oluşturmak, fertler arasındaki ilişkinin daha açık şekilde yürütülmesi açısından önem taşır. Çünkü bir şirketin temeli olan yönetim kurulunun aksine aile konseyinin en önemli özelliği açıklık ve katılımcılıktır. Ancak aile konseyinin amacının bir istişare platformu oluşturmak olduğu; kesinlikle şirketi yönetmek olmadığı unutulmamalıdır.

– Aile Anayasası

Aile şirketlerinin yok olma nedenlerinin en başında aile varlıkları ve aile şirketi nezdinde nesilden nesile geçiş planının ve tanımlanmış bir sürecin olmaması gelmektedir. Bu kapsamda kurumsallaşmayı içselleştiren bir ailede, aile anayasası düzenlenmesinin önemi büyüktür. Temel olarak bir aile anayasasında, misyon, varlıklarda ve şirkette hisselerin oranı, görev değişimi/devri, aile üyelerinin eğitimi, şirket yönetimine katılımı koşulu ve kuralları, işin vizyonu, ailenin gelecekte olmak istediği yer, şirket nezdinde yönetim kurulu üyelerinin seçim kriterleri ve performansların ölçümü ve ayrıca aile mülklerinin yönetimi hususları yer alır.
– Hissedarlar Sözleşmesi

Hissedarlar sözleşmesi, aile anayasasının bir parçası gibi düşünülebilirse de şirket hissedarları arasındaki ilişkiyi daha ayrıntılı ve daha sıkı şekilde düzenler. Bu sözleşmede, genel olarak hissedarların şirkette sahip oldukları payların devrine ilişkin sınırlamalar –bu bağlamda özellikle ön alım ve geri alım hakları ile alım opsiyonları, yönetim hakları ve karar mekanizmaları, rekabet sınırlamaları ve ortaklık ile ilgili diğer hak ve yükümlülükleri düzenlenir.

– İyi Bir Yönetim Kurulu

Aile bireyleri arasındaki ilişkiyi yazılı kurallarla daha sağlam şekilde belirlemeyi amaçlayan bu mekanizmalar dışında, her şirketin temel organı niteliğindeki yönetim kurulunun önemini de yadsımamak gerekir. Türk Ticaret Kanunu’na göre yönetim kurulunun görev ve sorumlulukları oldukça üst düzeydedir. Şirket için büyük bir öneme sahip olan bu organın aile şirketleri içindeki uygulamada duygusal bağlara yenik düşmemesi şirketin devamlılığı için büyük önem taşımaktadır.

Burada belirtilen enstrümanların aile ve şirketin özelliklerine göre çok farklı politikaların belirlenebileceğini unutmamak gerekir.

Sonuç:

Türkiye’deki şirketlerin çoğunluğunu oluşturan aile şirketlerinin büyük bir kısmının ömürlerinin kısa olmasının ve şirket içindeki temel ve aşılması zor görülen problemlerin çözümü içselleştirilmiş kurumsallaşma ve bu doğrultuda sağlanacak kurumsal yönetimden geçmektedir. Kurumsal yönetimin aile şirketinin bütününde gerektiği şekilde uygulanabilmesi için öncelikle şirketin mevcut durumu, bu duruma uygun çözümler ve atılacak adımlar gerçekçi olarak belirlenmeli, belirlenen aksiyonlar uygulamaya konmalı ve herkes tarafından gerekli özenle uygulandığının takibi sağlanmalıdır. Bahsi geçen adımların düzgün şekilde atılması ve gerek hukuki gerekse de stratejik bakımdan izlenecek yolların belirlenmesi ve ödün verilmeksizin uygulanması neticesinde aile şirketlerinin sağlam, güvenilir ve sürdürülebilir bir yapılanmaya sahip olacağına şüphe yoktur.

VEFA REŞAT MORAL

ADİ ORTAKLIKLARIN LİMİTED ŞİRKETE DÖNÜŞMESİNDE CİRO VE İŞ BİTİRME AVANTAJLARI

 

İnşaat şirketleri, bazen ihalelere girerken ciro veya iş bitirme belgelerinin yetersiz olması nedeniyle işbirliği yaparak başka firmalarla birlikte hareket etmektedirler. İhaleyi kazandıkları zaman ise genellikle “adi ortaklık” kurmaktadırlar. Türk Ticaret Kanunu kendi kapsamına giren işlere “ticari iş”, diğerlerine “adi iş”, kendi kapsamındaki ortaklıklara “ticari ortaklık veya şirket” diğerlerine ise “adi ortaklık” demektedir. Burada kullanılan “adi” kelimesi aslında sıradan, olağan anlamında kullanılmaktadır. Bu adi ortaklıklar, KDV, stopaj gibi mükellefiyetleri yerine getirmekte ve adi ortaklık adına fatura kesmektedir. Ancak kâr veya zarar, ortaklara hisseleri oranında paylaştırılarak onların beyannamelerinde gösterilmektedir. Esasen pratik bir uygulamadır. Sadece amaç ve konusunu ilgilendiren iş nedeniyle faaliyet göstermekte, örneğin inşaat işi tamamlandığında ise adi ortaklık sona ermektedir.

Bugüne kadar Kamu İhale Kurumu, iki ortağı da şirket olan adi ortaklıkların tür değiştirerek limited şirkete dönüşmesi işlemlerinde, adi ortaklığın iş bitirmesi yeni oluşan şirkette kullanılamaz demekteydi. Bunun gerekçesi olarak da 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun birleşme, bölünme ve tür değiştirmeye ilişkin düzenlemeleri kapsamında 180. ve 181. maddelerdeki hükümlerini ileri sürerek, bu maddeler içerisinde adi ortaklıklardan hiç bahsedilmediğini ifade etmekteydi.

Kamu İhale Kurumu pek çok kararında1 “Türk Ticaret Kanunu’nun “IV – Tür değiştirme I. Genel hükümler” başlığı altında yer alan 180. maddesinde, bir şirketin hukuki şeklini değiştirebileceği ve yeni türe dönüştürülen şirketin eskisinin devamı olduğu, 181. maddesinde ise, “Geçerli tür değiştirmeler” başlığı altında sayma yöntemiyle bir sermaye şirketinin dönüşebileceği sermaye şirketi türleri sayılmış, 182 ilâ 193’üncü maddelerde ise tür değiştirmeye ilişkin diğer hususlar düzenlenmiştir. Tür değiştirmeye ilişkin düzenlemelerin yer aldığı 180 ilâ 193’üncü maddelerde ticari işletmenin tür değiştirmesine ilişkin herhangi bir düzenlemeye yer verilmemiş, genel düzenlemelerden hariç olarak 194’üncü maddesinde özel bir hüküm yer almıştır. Bu şekildeki düzenlemeden kanun koyucunun ticari şirketlerin tür değiştirmesiyle ticari işletmenin tür değiştirmesini aynı nitelikte görmediği anlaşıldığından, doğrudan bir atıf olmadıkça tür değiştiren ticari işletmelere diğer hükümlerin kıyasen uygulanamayacağı ve kamu ihale mevzuatı açısından yeni bir şirket kurma yoluyla oluşan şirketin, ticari işletmenin devamı olduğunun kabul edilemeyeceği anlaşılmaktadır” demektedir. Konu adi ortaklık üzerinden tür değişikliği yapan firmalar tarafından mahkemelere taşınmıştır.

Ankara 5. İdare mahkemesi tarafından 15.05.2017 tarih ve e:2017/436, k:2017/1409 sayılı kararı ile “uyuşmazlık konusu olayda, adına iş deneyim belgesi düzenlenen adi ortaklığın 6098 sayılı türk borçlar kanunu hükümlerine tabi olduğu, 6102 sayılı türk ticaret kanunu uyarınca tahdidi olarak sayılan ticari ortaklıklar arasında yer almadığı ve nevi değişikliğinin sadece 6102 sayılı yasa uyarınca sayma yoluyla belirlenen ortaklıklar arasında yapılabileceği, adi ortaklığın tür değiştirme yoluyla limited şirkete dönüşemeyeceği ve adi ortaklık adına düzenlenen iş deneyim belgesinin limited şirket tarafından kullanılamayacağı değerlendirmesi ile davaya konu işlem tesis olunmuştur. davacı şirketin, tüm aktif pasifleriyle bir bütün olarak devamı niteliğinde bulunduğu adi şirket adına düzenlenmiş iş deneyim belgesinin sağladığı haklardan yararlanabileceği sonucuna varılmış olup bu belgenin yeterli olmadığından bahisle değerlendirme dışı bırakılmasına yönelik dava konusu kurul kararında hukuka uygunluk bulunmamaktadır… ’’gerekçeleri ile “dava konusu işlemin iptaline” karar verilmiştir. Anayasa’nın 138. maddesinin dördüncü fıkrası gereği, yasama ve yürütme organları ile idare mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Bu organlar ile idare mahkeme kararlarını hiçbir şekilde değiştiremez ve uygulamasını geciktiremez. Ayrıca, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 28. maddesinin birinci fıkrasında, mahkemelerin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre idarenin gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya eylemde bulunmaya mecbur olduğu, bu sürenin hiçbir şekilde kararın idareye tebliğinden başlayarak otuz günü geçemeyeceği hüküm altına alınmıştır. Yani Kamu ihale Kurulu ilgili karara göre işlem tesis etme mecburiyetindedir.

Açıklanan nedenlerle ilgili kararda;

1) Kamu İhale Kurulu’nun 11.01.2017 tarihli ve 2017/UH.I-206 sayılı kararının iptaline,

2) Anılan mahkeme kararında belirtilen gerekçeler doğrultusunda, 4734 sayılı Kanun’un 54’üncü maddesinin on birinci fıkrasının (c) bendi gereğince itirazen şikâyet başvurusunun reddine, oybirliği ile karar verildi.” denilmektedir. Böylece yargı kararı ile (iki ortağı da limited şirket olan) adi ortaklıkların limited şirkete dönüşmesi sonucunda adi ortaklığın almış olduğu işe ait iş bitirme belgesinin ve cirosunun tamamının kullanılacağı açık bir hale gelmiştir. Ancak bu iş bitirme ve cirolar sadece adi ortaklığın tür değişikliği ile meydana gelen limited şirket tarafından kullanılabilecektir. Kesinlikle adi ortaklığın ortakları olan limited şirketler tarafından kullanılamayacaktır.

Sonuç olarak iki limited şirketin oluşturduğu adi ortaklıklar işlerini bu şekilde tamamlar ve fesih olurlarsa, bu adi ortaklığın ortakları iş bitirme belgesini ve ciroyu sadece hisseleri oranında kullanabileceklerdir. Eğer iki limited şirketin oluşturduğu adi ortaklıklar tür değişikliği yaparlar ve bir limited veya anonim şirkete dönüşürlerse bu yeni oluşan şirket iş bitirme belgesinin ve cironun tamamını kullanabilecektir.

Prof. Dr. Ersan ÖZ

ŞİRKETLERİMİZ RİSKLERİNİ YÖNETEBİLİYOR MU?

 

Ülkenin gündeminde her hafta stres katsayısını yükselten gelişmeler olunca doğrusu insanın genel ekonomik tablo ile ilgili yorum yapma hevesi azalıyor. Enflasyondaki yükselme eğiliminden, uzun zamandır unuttuğumuz bütçe açığında kalıcılık işaretlerine, faizlerin düşmesini isteyen reel kesimin rekor düzeydeki borçlarına politikacıların faiz hassasiyetine rağmen artan Hazine borçlanmasının da eklenmesiyle daralan hareket alanımızdan, hukuk standartlarındaki farklılaşma nedeniyle AB ile gerilen ilişkilerimize ve kontrol etmekte zorlandığımız güneyimizdeki jeopolitik kaosa kadar önümüzü görmemizi engelleyen onca belirsizliğin yarattığı risklere daha geçen yazıda değinmiştik. Aradan geçen bir haftada döviz kurlarında oluşan beklenmedik sıçrama bir bakıma bu öngörülemezliğin yeni bir teyidi oldu. O yazıda, biraz da moralimizi düzeltmek için olsa gerek, iş hayatında da risk alma cesaretimizle övündüğümüzü, ancak şirketlerimizin risk algılarında ve risk yönetimi yaklaşımlarında küresel şirketlerden oldukça farklılaştığını belirtmiştik. Bu durumda en iyisi, geçen hafta ifade ettiğimiz niyet beyanına uygun olarak, konunun mikro ölçekteki boyutunu biraz irdelemek. Hem böylece bireylerin de, şirketlerin de kontrolü dışındaki faktörler yerine kendi inisiyatifleri ile yönlendirebilecekleri daha rahatlatıcı bir alana girmiş oluruz.

Şirketlerde risk yönetiminin kapsamı

Ancak öncelikle unutmamamız gerekir ki şirketlerimizin davranışları ve politikaları da genel ekonomik durumdan ve yapısal kısıtlardan bağımsız değil. Söz gelişi ekonominin dışa bağımlılığı, bir yandan şirketlerin üretim yapılarının ve küresel tedarik zincirinde aldıkları rolün bir yansıması iken, bir yandan da çevresel bir faktör olarak farklı riskleri büyütüp öne çıkarır. Aynı şekilde ülkedeki eğitim sisteminin, bilim ve teknoloji üretim kapasitesinin, hukuk düzeninin durumu şirketlerin hareket alanını kısıtlar, iş gücü niteliğini, üretim ve finansman yapılarını, dolayısıyla verimliliğinin ve rekabetçiliğinin sınırlarını belirler. Bu nedenle en uygun ölçek sınırını aştıkları ya da yönetim başarısı gösterdikleri için az sayıda şirketimizin risk yönetiminde bazı açılardan küresel şirket standartlarına yaklaştıkları, ancak onun dışında bu bakımdan da Latin Amerika ya da Ortadoğu gibi gelişmekte olan ülke şirketlerine daha yakın bir yaklaşım gösterdiği söylenebilir. Kuşkusuz gelişmiş ülkelerde şirketler bir yana kamuoyunun da son derece duyarlı olduğu iklim değişikliğinin etkileri ya da dijital devrim karşısında yaşlı nüfusun refah azalışı gibi tehlikelerin henüz bizim toplumun da, şirketlerimizin de risk radarında bulunmadığından söz etmiyoruz; bu kadarı zaten vardığımız düzeyde abartılı bir beklenti olur.

Salt şirket performansının risklerden kötü etkilenmemesi için alınacak koruyucu önlemler bağlamında baktığımızda da handikaplarımız var. Öncelikle risk yönetimi anlayışımız, toplumsal zihin kodlarımız nedeniyle, çoğu zaman risk gerçekleştikten sonra onu telafi etmek şeklinde ortaya çıkıyor. Oysa bu aşamada artık risk değil, onun verdiği zararın karşılanıp geçiştirilmesi söz konusudur; belki bir ölçüde de bu zarardan ders çıkarılması ihtimali. Şirketler için risk yönetimi, en basit tanımıyla şirketlerin yatırımları ve ticari faaliyetleri bağlamında karşı karşıya oldukları ve zarar doğurabilecek tehlikeleri dengelemek için alınacak tedbirleri önceden belirlemeleri ve yürürlüğe koymalarıdır. Bu açıdan her yerde her zaman uygulanacak şablonlardan çok, firmanın yapısına, içinde bulunduğu coğrafyaya, zamana ve endüstriye göre değişen stratejilere ihtiyaç vardır. Önemli olan şirkette risk yönetimini sistemik bir işlev haline getirmek ve senaryo analizlerini ve uygun risk transferi araçlarını da içeren bir raporlamayla yönetim kurulunun gündeminde tutmaktır. İşlevin yürütülmesi de genellikle icra başkanının (CEO) ya da mali yönetim başkanının (CFO) sorumluluğundadır.

Faaliyetin kesintiye uğramasına, dolayısıyla müşteri ve pazar kaybına yol açan afet, terör, grev, siber saldırı gibi olağanüstü ya da elektrik kaynağında veya bilişim altyapısında çöküş gibi arızi riskler bir yana bırakılırsa risk yönetiminin genelde operasyonlardan sağlanacak minimum karı garanti etmek ya da uğranılacak zararı minimuma indirmek olarak tanımlanması da mümkündür. Küreselleşme de ülkeler ve firmalar arasında oluşturduğu karşılıklı bağımlılık ile risklerin kapsamını ve gerçekleşme sıklığını arttırmıştır. Öte yandan Türk şirketlerinin henüz küreselleşme ve markalaşma sürecinin başında olmaları, bazı riskler açısından farkındalıklarını sınırlamakta, ekonomideki ithalat bağımlılığı ve kronik cari açık kısıtı da kur riskini muhtemel zarar oluşumu açısından enflasyonun büyüttüğü fiyat riskinin de önüne geçirmektedir. Bu itibarla uygulamada bizim şirketler için risk yönetiminin çoğunlukla fiyatlarda ve döviz kurlarında oluşacak oynaklıklardan doğabilecek zarar tehlikesinden korunmak anlamını taşıdığı söylenebilir. Böyle olunca da vadeli kontratlar ve opsiyonlar,futures/ forward/swap gibi hedging işlemleriyle, riskin süresine ve düzeyine bağlı olarak, riskin kardan fedakarlıkla piyasa hareketlerine endekslenmesi ya da belli bir maliyetle zararın minimize edilmesi sağlanabilir. Bizim gibi oynaklığı fazla olan ülkelerde çoğu zaman daha kısa vadelerde hedging yapılması daha akılcı bir strateji olabilir. Henüz finansal okuryazarlığın tartışıldığı ülkemizde bu karmaşık araçlar konusundaki farkındalık finansal kuruluşlarda bile yeni başladığı için nitelikli finans yöneticileri ya da danışmanlık desteği zorunludur. Yatırım yaparken fizibilite gereğinin bile çoğu firmamızda yeni sindirildiğini düşünürsek, dar kapsamlı bir risk yönetiminde de alacağımız mesafe olduğu açıktır.

Araçlar da, sigortalar da sınırlı

Bizim şirketlerimiz, bu köşede sıkça yinelediğimiz ölçek dezavantajları, küresel üretim zincirleri ve teknoloji konusundaki bağımlılıkları düşünüldüğünde fiyatta rekabetçi olmak için operasyonda ve tedarik zincirinde etkinliğe odaklanmak durumunda. Düşük kar marjını korumak kritik önem taşıyor. Bu nedenle küresel şirketlerin algıladığı risklerin ancak bir bölümü (ekonomik yavaşlama, artan rekabet ve mevzuat gibi) bizim radarımızda yer buluyor; yenilikçilik, imaj kaybı, siber riskler, yetenek çekimi hatta iş kesintisi ve ülke riski gibi tehlikeler ancak küreselleşmeye adım atan ya da ölçek eşiğini aşmış az sayıda şirketimizde dikkate alınıyor. Oysa çalkantılı piyasalarda orta ve küçük ölçekli şirketlerin de risk yönetimini önemsemesi şart. Hele bir telafi aracı olarak düşünülen sigortaların da dünya çapında risklerin ancak üçte birini karşıladığı düşünülürse!..

Batı’da son yıllarda yani küresel kriz sonrası gündeme gelen ve önemi artan “regülasyon “ yani mevzuat riskinin ise bizim için hep en önemli riskler arasında olduğu zaten herkesin bildiği bir şey. Son olarak şirketlerimizin büyük çoğunluğu ailelerin kontrolünde olduğundan, devamlılığı açısından ailelerin de risk yönetimi kapsamında düşünülmesi gerekiyor. Sözün kısası, sadece ülke yönetimi için değil, şirket yönetimi için de gelişmiş bir risk yönetimi anlayışı hayati.

ADNAN NAS

Franchising vermeden, markanızı ‘check-up’tan geçirin

Son yıllarda gerek Türkiye’de, gerekse de dünyada en çok kullanılan girişimcilik uygulamalarından biri olarak kabul edilen franchising sektörünü değerlendiren…
UFRAD Franchising Derneği Başkanı Dr. Mustafa Aydın, franchising sektörünün ekonomik büyüklüğünün 2016 yılı rakamlarına göre 43 milyar dolara ulaştığını söyledi.

Dr. Aydın, “2017 yılı sonuna kadar bu büyüklüğün 50 milyar doları bulacağını düşünüyoruz” dedi.

“EN ÖNEMLİ ETKEN YÖNETİM”

Türkiye’de zincir işletmelerin toplam sayısının 2 bin 500 olduğunu ifade eden Dr. Mustafa Aydın, “Bu işletmelerin toplamda 60 bin kadar şubesi var. Sektörde yabancı firma oranı ise yüzde 29. Buna karşılık yurt dışında şube açmaya başlayan 150’den fazla Türk markası var” diye konuştu.

Franchise zincirlerinin gelişmesindeki en önemli etkenin yönetim olduğunun altını çizen Dr. Aydın, “Vasat yönetilen bir zincir büyüyemez, markalaşamaz, hatta rakipleri büyüdükçe o küçülür. İyi yönetilen bir zincir sıfırdan yola çıksa bile marka olur.

Alışveriş merkezlerinin markalara yer vermesi de, franchise zincirlerin gelişmesindeki en önemli etkenlerden biri. Müstakil perakendecilerin sürekli yaptıkları hatalar ve ihmaller, franchise zincirlerin tüketiciler tarafından tercih edilmesinde ve gelişmesindeki diğer bir önemli etken” ifadelerini kullandı.

FRANCHISE SİSTEMİ HANGİ AVANTAJLARI SAĞLIYOR?

Firma ve markaların franchise yöntemiyle büyümesi halinde elde ettikleri avantajları da sıralayan Dr. Aydın, “Her şeyden önce marka, franchising sistemi ile birlikte ulusal veya uluslararası standarda ve kaliteye sahip olunuyor. Tanınmış markaların sağladığı sürekli müşteri ve iş yapma imkânı doğuyor.

Franchisor, yani franchise veren işletme, Franchisee’ye, yani franchise alan girişimciye eğitim hizmetleri ve uzman personel desteği sağlıyor. Kaliteli personel bulma, işe alma ve yetiştirme konularında franchise veren işletmenin tekniklerinden ve birikiminden yararlanılıyor. Mali, ticari ve personel konularında sağlanan destekle, teknik işlevlere ağırlık verilip başarı şansı artırılıyor.

Franchisor ile ortak hareket edilerek küçük işletmelerin karşılaşacakları risk ve işletmecilik sorunları minimize ediliyor. Kuruluş aşamasında leasing vb. kaynaklardan finansal destek sağlanması mümkün oluyor. Reklam ve tanıtma giderlerinden tasarruf sağlanıyor.

Franchising sistemi, girişimcinin yalnızlığını ortadan kaldırarak, kendi işini kurmanın getirdiği riskleri azaltıyor. İşletmeler için standart yönetim, muhasebe, satış ve stoklama fonksiyonları mümkün oluyor” diye konuştu.

“FRANCHISING VERMEDEN MARKANIZI CHECK-UP’TAN GEÇİRİN”

UFRAD Franchising Derneği Başkanı Dr. Mustafa Aydın, franchising vermeyi düşünen firmaların da, kendilerini birçok konuda kontrolden geçirmeden bu alana girmesinin sakıncalı olabileceğini söyleyerek, “Bir firma ve marka, çok fazla verimli olmamasına rağmen, pek ala bir şekilde büyümeyi, başka kişi, firma ya da kuruluşlara franchise vermeyi düşünebiliyor.

Ancak kendisinde bazı rahatsızlıkları hisseden ya da eksikliklerinin farkında olan bir markanın franchising konusunda yapılacak teknik çalışmalara geçmeden önce, öncelikle işletme, organizasyon, sonra iletişim ve tanıtım konularında kuvvetli bir kontrolden, bir nevi ‘check-up’tan geçirilmesinde büyük yarar var” dedi.