ADİ ORTAKLIKLARIN LİMİTED ŞİRKETE DÖNÜŞMESİNDE CİRO VE İŞ BİTİRME AVANTAJLARI

 

İnşaat şirketleri, bazen ihalelere girerken ciro veya iş bitirme belgelerinin yetersiz olması nedeniyle işbirliği yaparak başka firmalarla birlikte hareket etmektedirler. İhaleyi kazandıkları zaman ise genellikle “adi ortaklık” kurmaktadırlar. Türk Ticaret Kanunu kendi kapsamına giren işlere “ticari iş”, diğerlerine “adi iş”, kendi kapsamındaki ortaklıklara “ticari ortaklık veya şirket” diğerlerine ise “adi ortaklık” demektedir. Burada kullanılan “adi” kelimesi aslında sıradan, olağan anlamında kullanılmaktadır. Bu adi ortaklıklar, KDV, stopaj gibi mükellefiyetleri yerine getirmekte ve adi ortaklık adına fatura kesmektedir. Ancak kâr veya zarar, ortaklara hisseleri oranında paylaştırılarak onların beyannamelerinde gösterilmektedir. Esasen pratik bir uygulamadır. Sadece amaç ve konusunu ilgilendiren iş nedeniyle faaliyet göstermekte, örneğin inşaat işi tamamlandığında ise adi ortaklık sona ermektedir.

Bugüne kadar Kamu İhale Kurumu, iki ortağı da şirket olan adi ortaklıkların tür değiştirerek limited şirkete dönüşmesi işlemlerinde, adi ortaklığın iş bitirmesi yeni oluşan şirkette kullanılamaz demekteydi. Bunun gerekçesi olarak da 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun birleşme, bölünme ve tür değiştirmeye ilişkin düzenlemeleri kapsamında 180. ve 181. maddelerdeki hükümlerini ileri sürerek, bu maddeler içerisinde adi ortaklıklardan hiç bahsedilmediğini ifade etmekteydi.

Kamu İhale Kurumu pek çok kararında1 “Türk Ticaret Kanunu’nun “IV – Tür değiştirme I. Genel hükümler” başlığı altında yer alan 180. maddesinde, bir şirketin hukuki şeklini değiştirebileceği ve yeni türe dönüştürülen şirketin eskisinin devamı olduğu, 181. maddesinde ise, “Geçerli tür değiştirmeler” başlığı altında sayma yöntemiyle bir sermaye şirketinin dönüşebileceği sermaye şirketi türleri sayılmış, 182 ilâ 193’üncü maddelerde ise tür değiştirmeye ilişkin diğer hususlar düzenlenmiştir. Tür değiştirmeye ilişkin düzenlemelerin yer aldığı 180 ilâ 193’üncü maddelerde ticari işletmenin tür değiştirmesine ilişkin herhangi bir düzenlemeye yer verilmemiş, genel düzenlemelerden hariç olarak 194’üncü maddesinde özel bir hüküm yer almıştır. Bu şekildeki düzenlemeden kanun koyucunun ticari şirketlerin tür değiştirmesiyle ticari işletmenin tür değiştirmesini aynı nitelikte görmediği anlaşıldığından, doğrudan bir atıf olmadıkça tür değiştiren ticari işletmelere diğer hükümlerin kıyasen uygulanamayacağı ve kamu ihale mevzuatı açısından yeni bir şirket kurma yoluyla oluşan şirketin, ticari işletmenin devamı olduğunun kabul edilemeyeceği anlaşılmaktadır” demektedir. Konu adi ortaklık üzerinden tür değişikliği yapan firmalar tarafından mahkemelere taşınmıştır.

Ankara 5. İdare mahkemesi tarafından 15.05.2017 tarih ve e:2017/436, k:2017/1409 sayılı kararı ile “uyuşmazlık konusu olayda, adına iş deneyim belgesi düzenlenen adi ortaklığın 6098 sayılı türk borçlar kanunu hükümlerine tabi olduğu, 6102 sayılı türk ticaret kanunu uyarınca tahdidi olarak sayılan ticari ortaklıklar arasında yer almadığı ve nevi değişikliğinin sadece 6102 sayılı yasa uyarınca sayma yoluyla belirlenen ortaklıklar arasında yapılabileceği, adi ortaklığın tür değiştirme yoluyla limited şirkete dönüşemeyeceği ve adi ortaklık adına düzenlenen iş deneyim belgesinin limited şirket tarafından kullanılamayacağı değerlendirmesi ile davaya konu işlem tesis olunmuştur. davacı şirketin, tüm aktif pasifleriyle bir bütün olarak devamı niteliğinde bulunduğu adi şirket adına düzenlenmiş iş deneyim belgesinin sağladığı haklardan yararlanabileceği sonucuna varılmış olup bu belgenin yeterli olmadığından bahisle değerlendirme dışı bırakılmasına yönelik dava konusu kurul kararında hukuka uygunluk bulunmamaktadır… ’’gerekçeleri ile “dava konusu işlemin iptaline” karar verilmiştir. Anayasa’nın 138. maddesinin dördüncü fıkrası gereği, yasama ve yürütme organları ile idare mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Bu organlar ile idare mahkeme kararlarını hiçbir şekilde değiştiremez ve uygulamasını geciktiremez. Ayrıca, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 28. maddesinin birinci fıkrasında, mahkemelerin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre idarenin gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya eylemde bulunmaya mecbur olduğu, bu sürenin hiçbir şekilde kararın idareye tebliğinden başlayarak otuz günü geçemeyeceği hüküm altına alınmıştır. Yani Kamu ihale Kurulu ilgili karara göre işlem tesis etme mecburiyetindedir.

Açıklanan nedenlerle ilgili kararda;

1) Kamu İhale Kurulu’nun 11.01.2017 tarihli ve 2017/UH.I-206 sayılı kararının iptaline,

2) Anılan mahkeme kararında belirtilen gerekçeler doğrultusunda, 4734 sayılı Kanun’un 54’üncü maddesinin on birinci fıkrasının (c) bendi gereğince itirazen şikâyet başvurusunun reddine, oybirliği ile karar verildi.” denilmektedir. Böylece yargı kararı ile (iki ortağı da limited şirket olan) adi ortaklıkların limited şirkete dönüşmesi sonucunda adi ortaklığın almış olduğu işe ait iş bitirme belgesinin ve cirosunun tamamının kullanılacağı açık bir hale gelmiştir. Ancak bu iş bitirme ve cirolar sadece adi ortaklığın tür değişikliği ile meydana gelen limited şirket tarafından kullanılabilecektir. Kesinlikle adi ortaklığın ortakları olan limited şirketler tarafından kullanılamayacaktır.

Sonuç olarak iki limited şirketin oluşturduğu adi ortaklıklar işlerini bu şekilde tamamlar ve fesih olurlarsa, bu adi ortaklığın ortakları iş bitirme belgesini ve ciroyu sadece hisseleri oranında kullanabileceklerdir. Eğer iki limited şirketin oluşturduğu adi ortaklıklar tür değişikliği yaparlar ve bir limited veya anonim şirkete dönüşürlerse bu yeni oluşan şirket iş bitirme belgesinin ve cironun tamamını kullanabilecektir.

Prof. Dr. Ersan ÖZ

ŞİRKETLERİMİZ RİSKLERİNİ YÖNETEBİLİYOR MU?

 

Ülkenin gündeminde her hafta stres katsayısını yükselten gelişmeler olunca doğrusu insanın genel ekonomik tablo ile ilgili yorum yapma hevesi azalıyor. Enflasyondaki yükselme eğiliminden, uzun zamandır unuttuğumuz bütçe açığında kalıcılık işaretlerine, faizlerin düşmesini isteyen reel kesimin rekor düzeydeki borçlarına politikacıların faiz hassasiyetine rağmen artan Hazine borçlanmasının da eklenmesiyle daralan hareket alanımızdan, hukuk standartlarındaki farklılaşma nedeniyle AB ile gerilen ilişkilerimize ve kontrol etmekte zorlandığımız güneyimizdeki jeopolitik kaosa kadar önümüzü görmemizi engelleyen onca belirsizliğin yarattığı risklere daha geçen yazıda değinmiştik. Aradan geçen bir haftada döviz kurlarında oluşan beklenmedik sıçrama bir bakıma bu öngörülemezliğin yeni bir teyidi oldu. O yazıda, biraz da moralimizi düzeltmek için olsa gerek, iş hayatında da risk alma cesaretimizle övündüğümüzü, ancak şirketlerimizin risk algılarında ve risk yönetimi yaklaşımlarında küresel şirketlerden oldukça farklılaştığını belirtmiştik. Bu durumda en iyisi, geçen hafta ifade ettiğimiz niyet beyanına uygun olarak, konunun mikro ölçekteki boyutunu biraz irdelemek. Hem böylece bireylerin de, şirketlerin de kontrolü dışındaki faktörler yerine kendi inisiyatifleri ile yönlendirebilecekleri daha rahatlatıcı bir alana girmiş oluruz.

Şirketlerde risk yönetiminin kapsamı

Ancak öncelikle unutmamamız gerekir ki şirketlerimizin davranışları ve politikaları da genel ekonomik durumdan ve yapısal kısıtlardan bağımsız değil. Söz gelişi ekonominin dışa bağımlılığı, bir yandan şirketlerin üretim yapılarının ve küresel tedarik zincirinde aldıkları rolün bir yansıması iken, bir yandan da çevresel bir faktör olarak farklı riskleri büyütüp öne çıkarır. Aynı şekilde ülkedeki eğitim sisteminin, bilim ve teknoloji üretim kapasitesinin, hukuk düzeninin durumu şirketlerin hareket alanını kısıtlar, iş gücü niteliğini, üretim ve finansman yapılarını, dolayısıyla verimliliğinin ve rekabetçiliğinin sınırlarını belirler. Bu nedenle en uygun ölçek sınırını aştıkları ya da yönetim başarısı gösterdikleri için az sayıda şirketimizin risk yönetiminde bazı açılardan küresel şirket standartlarına yaklaştıkları, ancak onun dışında bu bakımdan da Latin Amerika ya da Ortadoğu gibi gelişmekte olan ülke şirketlerine daha yakın bir yaklaşım gösterdiği söylenebilir. Kuşkusuz gelişmiş ülkelerde şirketler bir yana kamuoyunun da son derece duyarlı olduğu iklim değişikliğinin etkileri ya da dijital devrim karşısında yaşlı nüfusun refah azalışı gibi tehlikelerin henüz bizim toplumun da, şirketlerimizin de risk radarında bulunmadığından söz etmiyoruz; bu kadarı zaten vardığımız düzeyde abartılı bir beklenti olur.

Salt şirket performansının risklerden kötü etkilenmemesi için alınacak koruyucu önlemler bağlamında baktığımızda da handikaplarımız var. Öncelikle risk yönetimi anlayışımız, toplumsal zihin kodlarımız nedeniyle, çoğu zaman risk gerçekleştikten sonra onu telafi etmek şeklinde ortaya çıkıyor. Oysa bu aşamada artık risk değil, onun verdiği zararın karşılanıp geçiştirilmesi söz konusudur; belki bir ölçüde de bu zarardan ders çıkarılması ihtimali. Şirketler için risk yönetimi, en basit tanımıyla şirketlerin yatırımları ve ticari faaliyetleri bağlamında karşı karşıya oldukları ve zarar doğurabilecek tehlikeleri dengelemek için alınacak tedbirleri önceden belirlemeleri ve yürürlüğe koymalarıdır. Bu açıdan her yerde her zaman uygulanacak şablonlardan çok, firmanın yapısına, içinde bulunduğu coğrafyaya, zamana ve endüstriye göre değişen stratejilere ihtiyaç vardır. Önemli olan şirkette risk yönetimini sistemik bir işlev haline getirmek ve senaryo analizlerini ve uygun risk transferi araçlarını da içeren bir raporlamayla yönetim kurulunun gündeminde tutmaktır. İşlevin yürütülmesi de genellikle icra başkanının (CEO) ya da mali yönetim başkanının (CFO) sorumluluğundadır.

Faaliyetin kesintiye uğramasına, dolayısıyla müşteri ve pazar kaybına yol açan afet, terör, grev, siber saldırı gibi olağanüstü ya da elektrik kaynağında veya bilişim altyapısında çöküş gibi arızi riskler bir yana bırakılırsa risk yönetiminin genelde operasyonlardan sağlanacak minimum karı garanti etmek ya da uğranılacak zararı minimuma indirmek olarak tanımlanması da mümkündür. Küreselleşme de ülkeler ve firmalar arasında oluşturduğu karşılıklı bağımlılık ile risklerin kapsamını ve gerçekleşme sıklığını arttırmıştır. Öte yandan Türk şirketlerinin henüz küreselleşme ve markalaşma sürecinin başında olmaları, bazı riskler açısından farkındalıklarını sınırlamakta, ekonomideki ithalat bağımlılığı ve kronik cari açık kısıtı da kur riskini muhtemel zarar oluşumu açısından enflasyonun büyüttüğü fiyat riskinin de önüne geçirmektedir. Bu itibarla uygulamada bizim şirketler için risk yönetiminin çoğunlukla fiyatlarda ve döviz kurlarında oluşacak oynaklıklardan doğabilecek zarar tehlikesinden korunmak anlamını taşıdığı söylenebilir. Böyle olunca da vadeli kontratlar ve opsiyonlar,futures/ forward/swap gibi hedging işlemleriyle, riskin süresine ve düzeyine bağlı olarak, riskin kardan fedakarlıkla piyasa hareketlerine endekslenmesi ya da belli bir maliyetle zararın minimize edilmesi sağlanabilir. Bizim gibi oynaklığı fazla olan ülkelerde çoğu zaman daha kısa vadelerde hedging yapılması daha akılcı bir strateji olabilir. Henüz finansal okuryazarlığın tartışıldığı ülkemizde bu karmaşık araçlar konusundaki farkındalık finansal kuruluşlarda bile yeni başladığı için nitelikli finans yöneticileri ya da danışmanlık desteği zorunludur. Yatırım yaparken fizibilite gereğinin bile çoğu firmamızda yeni sindirildiğini düşünürsek, dar kapsamlı bir risk yönetiminde de alacağımız mesafe olduğu açıktır.

Araçlar da, sigortalar da sınırlı

Bizim şirketlerimiz, bu köşede sıkça yinelediğimiz ölçek dezavantajları, küresel üretim zincirleri ve teknoloji konusundaki bağımlılıkları düşünüldüğünde fiyatta rekabetçi olmak için operasyonda ve tedarik zincirinde etkinliğe odaklanmak durumunda. Düşük kar marjını korumak kritik önem taşıyor. Bu nedenle küresel şirketlerin algıladığı risklerin ancak bir bölümü (ekonomik yavaşlama, artan rekabet ve mevzuat gibi) bizim radarımızda yer buluyor; yenilikçilik, imaj kaybı, siber riskler, yetenek çekimi hatta iş kesintisi ve ülke riski gibi tehlikeler ancak küreselleşmeye adım atan ya da ölçek eşiğini aşmış az sayıda şirketimizde dikkate alınıyor. Oysa çalkantılı piyasalarda orta ve küçük ölçekli şirketlerin de risk yönetimini önemsemesi şart. Hele bir telafi aracı olarak düşünülen sigortaların da dünya çapında risklerin ancak üçte birini karşıladığı düşünülürse!..

Batı’da son yıllarda yani küresel kriz sonrası gündeme gelen ve önemi artan “regülasyon “ yani mevzuat riskinin ise bizim için hep en önemli riskler arasında olduğu zaten herkesin bildiği bir şey. Son olarak şirketlerimizin büyük çoğunluğu ailelerin kontrolünde olduğundan, devamlılığı açısından ailelerin de risk yönetimi kapsamında düşünülmesi gerekiyor. Sözün kısası, sadece ülke yönetimi için değil, şirket yönetimi için de gelişmiş bir risk yönetimi anlayışı hayati.

ADNAN NAS

Franchising vermeden, markanızı ‘check-up’tan geçirin

Son yıllarda gerek Türkiye’de, gerekse de dünyada en çok kullanılan girişimcilik uygulamalarından biri olarak kabul edilen franchising sektörünü değerlendiren…
UFRAD Franchising Derneği Başkanı Dr. Mustafa Aydın, franchising sektörünün ekonomik büyüklüğünün 2016 yılı rakamlarına göre 43 milyar dolara ulaştığını söyledi.

Dr. Aydın, “2017 yılı sonuna kadar bu büyüklüğün 50 milyar doları bulacağını düşünüyoruz” dedi.

“EN ÖNEMLİ ETKEN YÖNETİM”

Türkiye’de zincir işletmelerin toplam sayısının 2 bin 500 olduğunu ifade eden Dr. Mustafa Aydın, “Bu işletmelerin toplamda 60 bin kadar şubesi var. Sektörde yabancı firma oranı ise yüzde 29. Buna karşılık yurt dışında şube açmaya başlayan 150’den fazla Türk markası var” diye konuştu.

Franchise zincirlerinin gelişmesindeki en önemli etkenin yönetim olduğunun altını çizen Dr. Aydın, “Vasat yönetilen bir zincir büyüyemez, markalaşamaz, hatta rakipleri büyüdükçe o küçülür. İyi yönetilen bir zincir sıfırdan yola çıksa bile marka olur.

Alışveriş merkezlerinin markalara yer vermesi de, franchise zincirlerin gelişmesindeki en önemli etkenlerden biri. Müstakil perakendecilerin sürekli yaptıkları hatalar ve ihmaller, franchise zincirlerin tüketiciler tarafından tercih edilmesinde ve gelişmesindeki diğer bir önemli etken” ifadelerini kullandı.

FRANCHISE SİSTEMİ HANGİ AVANTAJLARI SAĞLIYOR?

Firma ve markaların franchise yöntemiyle büyümesi halinde elde ettikleri avantajları da sıralayan Dr. Aydın, “Her şeyden önce marka, franchising sistemi ile birlikte ulusal veya uluslararası standarda ve kaliteye sahip olunuyor. Tanınmış markaların sağladığı sürekli müşteri ve iş yapma imkânı doğuyor.

Franchisor, yani franchise veren işletme, Franchisee’ye, yani franchise alan girişimciye eğitim hizmetleri ve uzman personel desteği sağlıyor. Kaliteli personel bulma, işe alma ve yetiştirme konularında franchise veren işletmenin tekniklerinden ve birikiminden yararlanılıyor. Mali, ticari ve personel konularında sağlanan destekle, teknik işlevlere ağırlık verilip başarı şansı artırılıyor.

Franchisor ile ortak hareket edilerek küçük işletmelerin karşılaşacakları risk ve işletmecilik sorunları minimize ediliyor. Kuruluş aşamasında leasing vb. kaynaklardan finansal destek sağlanması mümkün oluyor. Reklam ve tanıtma giderlerinden tasarruf sağlanıyor.

Franchising sistemi, girişimcinin yalnızlığını ortadan kaldırarak, kendi işini kurmanın getirdiği riskleri azaltıyor. İşletmeler için standart yönetim, muhasebe, satış ve stoklama fonksiyonları mümkün oluyor” diye konuştu.

“FRANCHISING VERMEDEN MARKANIZI CHECK-UP’TAN GEÇİRİN”

UFRAD Franchising Derneği Başkanı Dr. Mustafa Aydın, franchising vermeyi düşünen firmaların da, kendilerini birçok konuda kontrolden geçirmeden bu alana girmesinin sakıncalı olabileceğini söyleyerek, “Bir firma ve marka, çok fazla verimli olmamasına rağmen, pek ala bir şekilde büyümeyi, başka kişi, firma ya da kuruluşlara franchise vermeyi düşünebiliyor.

Ancak kendisinde bazı rahatsızlıkları hisseden ya da eksikliklerinin farkında olan bir markanın franchising konusunda yapılacak teknik çalışmalara geçmeden önce, öncelikle işletme, organizasyon, sonra iletişim ve tanıtım konularında kuvvetli bir kontrolden, bir nevi ‘check-up’tan geçirilmesinde büyük yarar var” dedi.

MARİFET RİSKİ SEVMEK DEĞİL YÖNETMEK

Büyümesini tasarruf ve üretime değil, borçlanma ve tüketime dayalı bir model içinde sürdürmeye endekslenmiş görünen ekonomimizde hem kamu kesiminde, hem de özel kesimde riskler birikiyor. Öyle ki, öteden beri vurguladığımız ve sadece ekonomik kararlara değil toplumsal olarak davranışlarımıza ve reflekslerimize de egemen olan “kısa vade tutsaklığı”ndan kurtulma hayallerimizden görünür gelecek için vazgeçmemiz gerektiği anlaşılıyor. Ekonomik yapımızın ve büyüme modelimizin uzunca bir süre için değişmez özelliği haline gelen cari açığa artık giderek büyüyen bütçe açığının eklenmiş olması, uluslararası değerlendirmelerde bizim için epeydir kullanılmakta olan “kırılgan ekonomi” tanımının da haklılığını tescil etmiş durumda. İkiz açığa ilave olarak ekonomiyi canlı tutmak için körüklenen kredi artışlarının mevduatla karşılanamayan bölümü için bankaların dış finansman arayışı, hem Hazine’nin, hem de özel kesimin borçlarının artmasına, bu da herkesin ittifakla (!) öfke duyduğu faizlerdeki yükselme eğiliminin devam etmesine yol açıyor. Dış borçlanma açısından durum daha hassas; yüksek faize rağmen yabancı fonlar üzerinde FED kaynaklı stres devam ederken giderek vadesi kısalan dış borçların önümüzdeki yıl servis ödemeleri, 2018 cari açığının finansmanı ile birlikte 200 milyar doları aşan yabancı kaynak bulunmasını gerektiriyor. Bu baskının kur ve faiz düzeyleri politikaları açısından fazla bir manevra alanı bırakmayacağı açık. Bu ekonomik görünüme, vize krizi ile doruğa ulaşan iç hukuk tartışmaları ile güney sınırlarımızdaki jeopolitik kaos da eklenince ülkenin risk primi daha da yükseliyor. Sonuç olarak sadece ekonomik değil diplomatik esnekliğimiz de zayıflamış olarak kıtlaşacak dış kaynağı pahalı maliyetle bulacağımız bir dönem bekliyor bizi.

Yeni bütçe ve artan açık
Aslında risklerle yaşamayı o kadar kanıksamış durumdayız ki, hiçbir gelişme bizi şaşırtmıyor. Korkutucu olan da bu. Risk duyarlığımız azaldığı için, yatırımcıları kaygılandıran ve tereddütte sevkeden zayıflıklarımızı yeterince önemsemiyoruz; onları düzeltmek için gösterdiğimiz sistematik çaba sınırlı kalıyor. Zaten şirketlerimiz de, bazı istisnalar dışında, yabancılarla ortaklık girişimlerinde en büyük avantajları olarak fazla tekin görülmeyen üçüncü ülke pazarlarında “risk alma“ kabiliyetlerini vurguluyor. Neredeyse risk sever imajından hoşlanıyor gibiyiz yani. Ne var ki bizim normal gibi algıladığımız riskler, küresel şirketlerin “öngörülebilir ve hesaplanabilir” risk anlayışını aşan olağandışı riskler. Geçenlerde konuşmacı olarak katıldığım bir risk yönetimi konferansında küresel çaptaki bir araştırma sonucunda belirlenen en büyük on riskin ancak yarısının bizim şirketlerin gündeminde yer alabildiğini uzun yöneticilik ve danışmanlık deneyimimle biliyorum. Ayrıca zihinsel kodlarımız riskleri ancak gerçekleştikten sonra algılamaya, tabir caizse bela başımıza geldikten sonra onu yönetmeye, daha doğrusu telafi etmeye eğilimli. Dolayısıyla risk yönetimi stratejilerinde de, başta dışa bağımlı ekonomik yapımızdan kaynaklananlar olmak üzere, geliştirmemiz gereken yönler var. Ancak bu konunun ayrıntılarını başka bir yazıda irdelemek daha isabetli olacak.

Başta bütçe ve orta vadeli program (OVP) olmak üzere genel ekonomi ile ilgili dokümanlar konusunda toplumsal duyarlılığımız ise çok daha zayıf. Ne bunların içeriği ile yeterince ilgileniyoruz, ne de uygulama sonuçlarını ,hedeflerden ne ölçüde sapıldığını umursuyoruz. OVP ile ilgili düşüncelerimizi ve gerçekleşme şansı hakkındaki kaygılarımızı bir önceki yazımızda özetlemiştik. Şimdi de Maliye Bakanı’nın 2017 bütçe gerçekleşmeleri ile 2018 Bütçe Tasarısı’na ilişkin açıklamalarına göz atalım. 2016’ya göre iki kattan fazla artış ile 47.5 milyar TL olarak öngörülen 2017 bütçe açığı, dokuzuncu ay sonunda 31.6 milyar TL’na ulaştı. (2016’daki 12 milyar TL’ye göre yüzde 163 artış) Yıl sonu hedefinin aşılacağı belli, nitekim bakan yeni açıklanan OVP ile 2017 bütçe açığının 61 milyar TL’na revize edildiğini belirtmiş. Son Torba Yasa Tasarısı ile getirilen vergi artışlarının da etkisiyle yaklaşık 600 milyar TL gibi yüksek bir düzeyde öngörülen vergi gelirlerine rağmen 2018 bütçesinde hedeflenen açık ise 65.9 milyar TL. Bu arada sıkça sözünü ettiğimiz hazine garantilerinin getireceği ilk yükler de yeni bütçeye konmuş; ulaştırma projeleri için 3.6 milyar TL, şehir hastaneleri için 2.6 milyar TL, KGF kefalet ödemeleri için 3 milyar TL. Tabii projeler tamamlandıkça bu bedellerin çok daha artacağı, bu nedenle yeni revizyonların gerekeceği kuvvetle muhtemel.

Savunma ve güvenlik için 18.7 milyar TL, Ar-Ge harcamaları için 5 milyar TL ödenek ayrılmış. Sosyal yardımlar için 50.8, reel sektöre nakit destek olarak 37, işveren sigorta primlerinin devletçe üstlenilen bölümü için 20 milyar TL ödeme öngörülmüş. Faiz dışı fazlanın 5.8 milyar TL olarak öngörülmesi de OVP’de gözlenen büyük düşüşü ( yani milli gelirin ancak yüzde 0.2’si düzeyinde bir fazlayı, program tanımlı olarak faiz dışı açığı) doğruluyor. Bu gidişle artık faiz dışı fazla çıpasını da unutmak zorunda kalacağız.

Vergide ve borçlanmada sürprizler
Sürpriz vergi paketini, özellikle MTV artışını kısmen geri çekmek için kurumlar vergisinde yapılan 2 puanlık artışı açıklarken evvelce bu vergide stratejik amaçlı indirim sinyalini vermiş olan Bakan’ın “artışın mecburen yapıldığını, imkân bulunursa yine indirileceğini” söylemesi, kamu finansmanında darboğaza girildiğinin kabulü yönüyle anlamlı. Bu arada genelde başlıca yapısal faktörlerden biri olarak bilinen vergi sisteminin böyle ani değişikliklerle konjonktürel bir yazboz tahtasına dönüştürülmesinin de zaten son zamanlarda büyük düşüş gösteren güven endekslerini olumlu etkilemeyeceğini unutmayalım.

Son olarak torba tasarısının 37 milyar TL’lik ek borçlanma yetkisi isteyen maddesi dikkat çekiyor. Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun’a göre bütçe açığının ancak yüzde 10’u aşılarak borçlanma yapılabilmesi mümkün iken daha eylül ayında bu limitin çok üstünde, hatta revize edildiği söylenen yılsonu açığı da aşacak ölçüde 70.5 milyar TL borçlanma yapmış olması, hukuki sorun bir yana, hükümetin de gelecek ile ilgili kaygılarının arttığına ve yeni açıkladığı OVP’de esas aldığı varsayımları kuşkulu bulduğuna işaret edebilir. Hele risk yönetimini, ancak riskler gerçekleştikten sonra akıl ettiğimiz düşünülürse!..

Adnan NAS

Vergi mükellef sayısı arttı

Gelir İdaresi Başkanlığı’nın açıkladığı vergi mükellefi verilerinden derlenen bilgiye göre, gelir stopaj, gayri menkul sermaye iradı (GMSİ), basit usul, kurumlar ve katma değer vergisi faal mükellef sayısı 10 milyon 180 bin 466 olarak belirlendi.

Mükellef sayısında geçen yılın aynı ayına göre yüzde 3,1 artış yaşandı.

Türkiye’deki faal mükellef sayısı şu şekilde:
2015 2016 2016
Haziran         Mayıs       Haziran
————- ——— ——— ———
Gelir vergisi  1.815.003   1.811.487     1.815.201
Gelir stopaj  2.518.679    2.581.192    2.586.912
G.M.S.İ         1.697.556    1.832.163    1.825.614
Basit usul    743.745        759.989        760.289
Kurumlar    685.368       713.482         715.135
KDV             2.414.562     2.472.165     2.477.315
Toplam:      9.874.913     10.170.478   10.180.466

Dağıtılmayan Kârların Vergilendirilmesinde Matrah Sorunu

Geçtiğimiz günlerde Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın basına yansıyan açıklamalarını takip ettik. Vergi alanında pek çok değişikliğin sinyalini veren açıklamaların ardından yayınlanan kanun tasarısında bu değişikliklerin detaylarını inceleme şansı bulduk. Söz konusu değişikliklerden biri de şirketlerin dağıtılmayan kârlarının vergilendirilmesine yönelik. Bakan Ağbal yaptığı açıklamada, şirketlerin dağıtılmamış karlarından %1 oranında vergi alınacağını belirtmişti. Kanun tasarısında bu oran belirtilmemekle birlikte, söz konusu verginin kapsamı aşağıdaki şekilde oluşturulmuş durumda:

• İlgili yılın kârı, kurumlar vergisi beyannamesinin verildiği ayı izleyen ikinci ayın sonuna kadar dağıtılmazsa veya sermayeye ilave edilmezse tevkifata tabi tutulacak. Normal hesap dönemine tabi şirketler beyannamelerini nisan ayında veriyor. Bu durumda haziran sonuna kadar vergi sonrası kar dağıtılmazsa veya sermayeye ilave edilmezse bu madde kapsamında tevkifat uygulanması gerekecek. Maddede özel bir hüküm bulunmasa da, şirketin geçmiş yıl zararları bulunması durumunda, dağıtılabilir karın hesaplanmasında dikkate alınması gerekir.

• Tevkifat yapılan karların sonradan dağıtıma konu edilmesi ve bu dağıtımın tevkifata tabi olması halinde, daha önce ödenen tevkifatın dağıtılan kâr üzerinden tahakkuk eden vergiden mahsubu öngörülüyor.

• Tevfikat yapılan ancak dağıtımı tevkifata tabi olmayan kârlara ilişkin (örneğin, tam mükellef bir kurumdan bir başka tam mükellef kuruma kâr dağıtımı), sonradan kâr dağıtımı yapılırsa veya kar sermayeye ilave edilirse, ödenmiş olan tevkifatın iadesi söz konusu olabilecek. Bu noktada bu tür şirketler için bir istisna hükmü getirilmesi düşünülebilir.

• Madde metninde ilgili hesap dönemine ait kâra atıf yapıldığı için 2017 itibarı ile bilançoda yer alan ve dağıtıma konu edilmemiş geçmiş yıl kârlarına herhangi bir tevkifat uygulanmayacak şeklinde bir anlam çıkarılıyor.

İlgili maddenin gerekçesinde, söz konusu vergi uygulamasının amacının kârların sermayeye ilavesini teşvik etmek olduğu belirtilmişse de bu tür bir vergilemenin şirketlerden fon çıkışını hızlandırma ihtimali bir risk olarak dikkate alınmalıdır. Zira, vergi kanunlarımızda aynı amaca yönelik bir takım istisnalar yer almakta ve bu yönüyle dağıtılmayan kârların vergilendirilmesi mevcut uygulamalarla çelişmektedir.

Burada asıl dikkat çekmek istediğimiz husus ise vergi hukuku açısından bu tür bir vergilemede karşılaşılabilecek bazı sorunlar.

Sorunun kaynağını esas itibarı ile verginin matrahı oluşturuyor. Matrah, vergi konusunun verginin hesaplanmasında esas alınan değeri veya miktarı olarak tanımlanabilir. Dağıtılmayan kârların vergilendirilmesi konusu ile ilgili olarak kanun taslağında matrah, ilgili hesap döneminde oluşmuş, sermayeye ilave edilmemiş veya dağıtıma konu edilmemiş kârların tutarı olarak belirlenmiş durumda. Dağıtılabilir kâr, ticari kârdan kurumlar vergisinin ve yedek akçelerin çıkarılması yolu ile tespit edilir. Ticari kâr ise bir şirketin muhasebe politikalarına, bünyesinde bulunduğu şirketler grubunun raporlama ilkelerine, halka açık olmasına veya olmamasına göre değişebilmektedir.

Özellikle halka açık şirketler ve uluslararası muhasebe standartlarına göre raporlama yapan şirketler, mali tabloların gerçeğe uygun sunumu amacıyla kıdem tazminatı karşılığı başta olmak üzere çeşitli karşılık giderleri muhasebeleştirmektedir. Ülkemizde muhasebe uygulamaları vergi kuralları çerçevesinde şekillenmiş olduğundan ve ihtiyatlılık prensibi gereği ayrılan bu tür karşılıklar vergi matrahını etkilemediğinden, halka açık olmayan ve uluslararası raporlama yapmayan şirketler karşılık ayırmamayı tercih edebilmektedir. Ancak, ülkemizin uluslararası muhasebe standartları ile uyumlu bir muhasebe sistemine geçiş hedefi bulunduğunu da hatırlatmak gerekir. Aynı zamanda kurumlar vergisi matrahını temsil eden mali kara ulaşırken vergi kanunlarına uygun olarak ayrılmayan karşılıklar açısından ticari kârda düzeltmeler yapılmakta ve vergi matrahının henüz gerçekleşmemiş karşılık giderlerinden etkilenmemesi sağlanmaktadır. Bir şirketin karşılık ayırmayı tercih etmesi durumunda mali kârı etkilenmese de ticari kârı olumsuz etkilenmekte ve azalmaktadır.

Kanun tasarısında yer alan dağıtılmayan kârların vergilendirilmesine ilişkin maddenin bu hali ile yasalaştığını varsayarsak, bir önceki paragrafta bahsi geçen karşılık giderleri yolu ile ticari kârın, dolayısıyla da dağıtılabilir karın azaltılması mümkündür. Diğer bir ifadeyle, şirket yönetiminin alacağı muhasebe kararları ile söz konusu verginin matrahı değişebilecek ve dolayısıyla daha az vergi ödenebilecektir.
Diğer taraftan, Vergi Usul Kanunu’nda suç ve ceza hükümleri birlikte okunduğunda şöyle bir çıkarım yapılabilmektedir: Defter ve kayıtlarda hesap ve muhasebe hileleri yapanlar hakkında, vergileme ödevini yerine getirmemeleri veya eksik yerine getirmeleri yüzünden verginin zamanında tahakkuk ettirilmemesine veya eksik tahakkuk ettirilmesine sebebiyet verilmesi halinde vergi ziyaı cezası kesilir.
Dağıtılmayan kârların vergi matrahı olarak belirlenmesi, karşılık ayrılması, farklı değerleme yöntemleri kullanılması gibi uygulamaların dağıtılabilir kârı azaltmaya yönelik yapıldığı iddiasıyla muhasebe hilesi sayılıp sayılmayacağı sorusunu akıllara getirmektedir. Böyle bir iddianın tersini ispatlayabilecek bir düzenleme ne kanun tasarısında ne de mevcut düzenlemelerde yer alıyor. Diğer taraftan, bu tür karşılıkların uluslararası muhasebe standartlarına uyum sağlamanın başlıca şartlarından olması nedeniyle, bu tür bir eleştiri muhasebe ve raporlama alanında belirlenmiş hedeflerle çelişecektir. Bu nedenle, bu tür bir eleştiriye imkan tanımayacak şekilde düzenleme yapılması ve dağıtılmayan karların vergilendirilmesi özelinde bir matrah tanımı yapılması gerekmektedir.

TORBA KANUN TASARISI’NIN KURUMLARA GETİRDİKLERİ

Yasama organına sunulmuş bulunan ve ağırlıklı olarak vergi mevzuatını hedef alan Torba Kanun Tasarısı’nı irdelemeye bu yazımda da, kurumları ilgilendiren değişikliklerle devam ediyorum. Önce istisnalardaki ve ilgili muafiyetteki değişikliklerle başlayalım.

– KVK md. 5/1-e’de yer alan; kurumların iki tam yıl süreyle aktiflerinde yer alan taşınmazların satışından doğan kazançlara belli koşullarla yüzde 75 oranında uygulanan istisnanın oranı yüzde 50’ye indirilmektedir. Yine aynı bentte yer alan aynı süreye elde tutulmuş iştirak hisseleri, kurucu senetleri, intifa senetleri ve rüçhan haklarının satışından doğan kazançlarda istisna uygulaması yine yüzde 75 olarak devam edecektir.

Bent içerisinde farklı oran yaratmak, bence karışıklığa davettir. Bendin düzenlediği bütün kazançları aynı oranda istisnaya tabi tutmak, bence daha yerindedir. Öte yandan bu değişikliğin yürürlüğe giriş tarihi, kanunun yayım tarihi olarak belirlenmiştir. Bu da karışıklık yaratacak niteliktedir. Yayım tarihinde satışı yapılmış ancak fon ayrılmamış veya satış yapılmış ancak satış bedeli tahsil edilmemiş hallerde hangi oranın uygulanacağı sorunu gündeme gelebilecektir. Bu nedenle yürürlük tarihinin dönemsellik ilkesi de dikkate alınarak “1.1.2018’den sonra satışı yapılan gayrimenkullere uygulanmak üzere” şeklinde belirlenmesi yerinde olacaktır.

– KVK md. 5/1-f’de yer alan; Bankalara borçlu olanların ve bunların kefillerinin, borçlarına karşılık taşınmaz ve iştirak hisseleri, kurucu senetleri, intifa senetleri ve rüçhan haklarının bankalara devrinden doğan hasılatın borç tasfiyesinde kullanılan kısmına isabet eden kazançlara ve bankaların bu şekilde elde ettikleri kıymetlerin satışından doğan kazançlarına tanınan istisna kapsamına finansal kiralama ve finansman şirketleri de eklenmektedir. Ayrıca bankaların yanı sıra finansal kiralama ve finansman şirketlerinin bu kıymetleri satışından elde ettikleri kazançların da taşınmazlarda yüzde 50’sinin, diğer varlıklarda yüzde 75’inin vergiden istisna olması öngörülmektedir. Bu kapsam genişletmesi, 1.1.2018’den itibaren yürürlüğe girecektir.

– Kooperatiflerin risturn kazançları istisnası kapsamından; üretim kooperatiflerinde ortakların üreterek kooperatife sattıkları veya kooperatiften üretim maliyetinde kullanılmak üzere satın aldıkları malların değerine ve kredi kooperatiflerinde ortakların kullandıkları kredilere göre hesapladıkları risturnlar çıkartılmaktadır. Bu değişikliğinde 1.1.2018 tarihinde yürürlüğe girmesi öngörülmektedir. Ancak burada istisna kapsamı biraz daraltılmaktadır. KVK’nın aynı konuyu düzenleyen muafiyet düzenlemesi karşısında buradaki istisnanın uygulamada anlamsız kaldığı gerekçede söylenmekte ise de muafiyet koşullarını taşıyamayan üretim ve kredi kooperatifleri, bu değişiklikle istisnadan olmaktadır.

Öte yandan kooperatif muafiyetine ilişkin yapılan değişiklikle muaf kooperatiflerin ortak dışı işlemleri için iktisadi işletmelerinin olabileceği ve bu işletmelerin vergiye tabi olacağı hükme bağlanmaktadır. Böylece Tasarı ile muaf kooperatiflere, muafiyet koşullarını delme veya aşma yolu açılmaktadır. Ancak bu işletmelerin vergilendirmeye ilişkin esasları belirlenmeyerek, belirleme yetkisi Maliye Bakanlığı’na verilmektedir. Böyle bir düzenleme Anayasa’nın 73. maddesine (verginin yasallığı ilkesine) açıkça aykırıdır. Bu noktada söylemeliyim ki, hem muafiyet için koşullar belirleyen hem de bu koşulların ihlal yolunu düzenleyen bir muafiyet hükmüne ilk defa rastlamaktayım.

Kurumlar vergisi mükelleflerinin 2017 yılında gerçekleştirdikleri imalat sanayine yönelik teşvik belgesi kapsamındaki yatırımları için geçeri indirimli kurumlar vergisine ilişkin kanuni oranların, 2018 yılında yapılacak aynı kapsamdaki yatırımlar için de geçerli kılınması, Tasarı ile öngörülmektedir.

Tasarı ile transfer fiyatlandırması düzenlemelerinden kurtulmak için peşin fiyat anlaşması yapanlara uygulanan harçların da kaldırılması Tasarı ile öngörülmektedir.

Önemli değişiklik ise kısaca finansman kurumları diyeceğimiz bankalar, finansal kiralama şirketleri, faktöring şirketleri, finansman şirketleri, ödeme ve elektronik para kuruluşları, yetkili döviz müesseseleri, varlık yönetim şirketleri sigorta ve reasürans şirketleri, emeklilik şirketleri ile sermaye piyasası kurumlarının tabi oldukları vergi oranı yüzde 20’den yüzde 22’ye çıkartılmaktadır. Sermaye piyasası kurumları ise Sermaye Piyasası Kanunu’nun 35. maddesinde sayılmıştır.

Maddeye göre, yatırım kuruluşları, bağımsız denetim şirketleri, değerlendirme ve derecelendirme şirketleri, ipotek, konut ve varlık finansmanı kuruluşları, varlık kiralama şirketleri, portföy yönetim şirketleri, takas ve saklama kuruluşlarıdır. Elbetteki bunların kazançlarında var olan istisnalar varlıklarını sürdürmektedir. Bu oran değişikliğinin 1.1.2018’den sonra verilecek beyannamelere uygulanması öngörüldüğünden, söz konusu kurumların 2017 yılı son dönem geçici vergilerini de etkileyecektir.

Ancak bu oran yükseltmesinde dört garip nokta var. Birincisi dünyada devletler vergi rekabeti içerisinde kurumlar vergisini düşürme kavgası verirken biz yükseltiyoruz. İkincisi ise Sayın Cumhurbaşkanımız faizleri düşürmek için mücadele verirken, biz kredi ve finansman şirketlerinin vergi sonrası kârlarını tırpanlıyoruz. Şimdi bu şirketler kârlarını korumak için vergi artışını müşterilerine, yani kredi kullananlara yansıtmayacaklarını mı düşünüyoruz. Üç, kamunun vergi gelirine ihtiyacı varsa bu yükü bütün kurumlara değil de niçin sadece bu şirketlere yüklüyoruz. Dördüncüsü ise yılsonuna doğru oranı değiştirip gereksiz yere geçmişe etkili vergilendirme tartışması yaratmamız.

Bir önemli değişiklikte finansal kiralama ve finansman şirketlerine, şirket işlemlerinden kaynaklanan alacaklarından doğmuş veya doğması beklenen ancak miktarı kesin olarak belli olmayan zararlarını karşılamak üzere BDDK tarafından belirlenmiş usul ve esaslara göre ayırdıkları özel karşılıklarını da kurum kazancının tespitinde indirim konusu yapma olanağının sağlanmasıdır. 1.1.2018’de yürürlüğe girmesi öngörülen bu düzenlemenin KVK’da değil de 6361 sayılı Kanun’da değişiklik yapılarak gerçekleştirilmesi, pek yerinde değildir.

EKİM AYI TAHAKKUK VE ÖDEME GÜNLERİ :

– 02/10/2017: Ağustos 2017 Dönemine Ait Mal ve Hizmet Alım ve Satışlarına İlişkin Bildirim Formlarının verilmesi (Form Ba ve Bs)

– 02/10/2017: Ağustos 2017 Dönemine Ait Haberleşme Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 10/10/2017: 16-30 Eylül 2017 Dönemine Ait Noterlerce Yapılan Makbuz Karşılığı Ödemelere Ait Beyannamenin Verilmesi ve Ödenmesi

– 10/10/2017: 16-30 Eylül 2017 Dönemine Ait Petrol ve Doğalgaz Ürünlerine İlişkin Özel Tüketim Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 16/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Kolalı Gazoz, Alkollü İçecekler ve Tütün Mamullerine ve Dayanıklı Tüketim ve Diğer Mallara İlişkin Özel Tüketim Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 16/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Motorlu Taşıt Araçlarına İlişkin Özel Tüketim Vergisinin (Tescile Tabi Olmayanlar) Beyanı ve Ödemesi

– 16/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Özel İletişim Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 16/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 16/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Kaynak Kullanımını Destekleme Fonu Kesintisi Bildirimi ve Ödemesi

– 20/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Şans Oyunları Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 20/10/2017: Eylül 2017 Dönemi Şans Oyunlarıyla İlgili Veraset / İntikal Vergisinin Beyanı, Ödemesi

– 20/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait İlan ve Reklam Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 20/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Müşterek Bahislere İlişkin Eğlence Vergisinin Beyanı ve Ödemesi ile Diğer Eğlence Vergilerine İlişkin Eğlence Vergisinin Ödemesi

– 20/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Elektrik ve Havagazı Tüketim Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 20/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Yangın Sigortası Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 23/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait İstihkaktan Kesinti Suretiyle Tahsil Edilen Damga Vergisi ile Sürekli Mükellefiyeti Bulunanlar İçin Makbuz Karşılığı Ödenmesi Gereken Damga Vergisinin Beyanı

– 23/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait GVK 94. Madde ile KVK 15. ve 30. Maddelerine Göre Yapılan Tevkifatların Muhtasar Beyanname ile Beyanı

– 23/10/2017: Temmuz-Ağustos-Eylül 2017 Dönemine Ait Tevkifatların Muhtasar Beyanname ile Beyanı (GVK 98. Maddesinin 3. Fıkrasına Göre Üçer Aylık Beyanname Verme Hakkından Yararlananlar İçin)

– 23/10/2017: Temmuz-Ağustos-Eylül 2017 Dönemine Ait GVK Geçici 67. Madde Kapsamında Yapılan Tevkifatların Muhtasar Beyanname ile Beyanı

– 24/10/2017: Eylül 2017 Dönemine veya Temmuz-Ağustos-Eylül 2017 Dönemine Ait Katma Değer Vergisinin Beyanı

– 24/10/2017: 1-15 Ekim 2017 Dönemine Ait Noterlerce Yapılan Makbuz Karşılığı Ödemelere Ait Beyannamenin Verilmesi ve Ödenmesi

– 25/10/2017: 1-15 Ekim 2017 Dönemine Ait Petrol ve Doğalgaz Ürünlerine İlişkin Özel Tüketim Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 26/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait veya Temmuz-Ağustos-Eylül 2017 Dönemine Ait Katma Değer Vergisinin Ödemesi

– 26/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait GVK 94. Madde ile KVK 15. ve 30. Maddelerine Göre Yapılan Tevkifatların ve/veya Temmuz-Ağustos-Eylül 2017 Dönemine Ait Tevkifatların Ödemesi

– 26/10/2017: Temmuz-Ağustos-Eylül 2017 Dönemine Ait GVK Geçici 67. Madde Kapsamında Yapılan Tevkifatların Ödemesi

– 26/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait İstihkaktan Kesinti Suretiyle Tahsil Edilen Damga Vergisi ile Sürekli Mükellefiyeti Bulunanlar İçin Makbuz Karşılığı Ödenmesi Gereken Damga Vergisinin Ödemesi

– 31/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Haberleşme Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 31/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Mal ve Hizmet Alımlarına ve Satışlarına İlişkin Bildirim Formlarının verilmesi (Form Ba ve Bs)