AİLE ŞİRKETLERİNDE SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK MÜMKÜN MÜDÜR?

Bilindiği üzere aile işletmeleri, iktisadi hayatta yalnızca Türkiye’de değil, global anlamda da oldukça önemli bir yer arz etmektedir. Türkiye’de aile şirketleri GSMH’nin yaklaşık yüzde 75’ini ve istihdamın da yaklaşık yüzde 85’ini sağlamaktadır.[1]

Aile şirketleri Türkiye ekonomisinde “kilit taşı” rolünü üstlenmekle birlikte, mevcudiyetleri ekonomik dayanıklılığının arttırılması bakımından da oldukça mühim bir role sahiptir.
Aile şirketlerinin uzun ömürlü olması konusu sürdürülebilirlik ilkesine dayanmakla birlikte dünya genelinde aile şirketlerinin nesilden nesile aktarılması noktasında yüzdeler göreceli zayıftır. Ülkemizde bu duruma ilişkin danışmanlık şirketlerinin çalışma ve araştırmaları haricinde resmi bir araştırma bulunmamakla birlikte sayısal verilerin Uzakdoğu’nun oldukça gerisinde olduğunu, dünya geneli ile paralel seyrettiğini gözlemlemekteyiz. Peki, aile şirketlerinde sürdürülebilirlik mümkün müdür? Aşağıda vurgulayacağımız içselleştirilmiş kurumsallaşma yolunda doğru adımlar atılarak ilerlenmesi durumunda bu sorunun cevabı pozitif olduğunu söyleyebiliriz. Önemli tecrübeler edindiğimiz aile şirketlerinin kurumsallaşması konusundan yola çıkarak hazırladığımız bu yazımızda aile şirketlerinde kurumsal yönetim konusu giriş seviyesinde incelenmektedir.

Aile şirketleri bakımından kurumsallaşma ve kurumsal yönetim

Kurumsallaşma kavramından anlaşılması gereken hesap verilebilir ve şeff af bir yönetim anlayışı altında yeknesak bir sistem haline gelebilmek olsa da aile şirketleri açısından bu durum “şirketin kurumsallaşması” ve “aile ilişkilerinin kurumsallaşması” olarak ikiye ayrılarak incelenmelidir. Bu ayrımın toplamı da “içselleştirilmiş kurumsallaşma” kavramını oluşturacaktır.

Süreç kapsamında oluşturulabilecek mekanizmalar

– Aile-Şirket ilişkisi

Öncelikle aile-şirket ilişkisinin önemine değinmek gerekir. Sağlıklı aile şirketlerinin öne çıkan unsuru hissedarlarının iyi (sevgi- saygı-hoşgörü-empati-mesafe arasında odaklanan) aile ilişkilerine sahip olmaktadır. Hissedarları arasında iyi aile ilişkilerine sahip aile şirketlerinde, aşağıda değinilen aile anayasası, aile konseyi ve hissedarlar sözleşmesi gibi uygulamalar, şirketin devamını sağlama bağlamında yalnızca birer araçtır.

– Aile Konseyi

Aile bireylerinin birer katılımcı olduğu aile konseyini oluşturmak, fertler arasındaki ilişkinin daha açık şekilde yürütülmesi açısından önem taşır. Çünkü bir şirketin temeli olan yönetim kurulunun aksine aile konseyinin en önemli özelliği açıklık ve katılımcılıktır. Ancak aile konseyinin amacının bir istişare platformu oluşturmak olduğu; kesinlikle şirketi yönetmek olmadığı unutulmamalıdır.

– Aile Anayasası

Aile şirketlerinin yok olma nedenlerinin en başında aile varlıkları ve aile şirketi nezdinde nesilden nesile geçiş planının ve tanımlanmış bir sürecin olmaması gelmektedir. Bu kapsamda kurumsallaşmayı içselleştiren bir ailede, aile anayasası düzenlenmesinin önemi büyüktür. Temel olarak bir aile anayasasında, misyon, varlıklarda ve şirkette hisselerin oranı, görev değişimi/devri, aile üyelerinin eğitimi, şirket yönetimine katılımı koşulu ve kuralları, işin vizyonu, ailenin gelecekte olmak istediği yer, şirket nezdinde yönetim kurulu üyelerinin seçim kriterleri ve performansların ölçümü ve ayrıca aile mülklerinin yönetimi hususları yer alır.
– Hissedarlar Sözleşmesi

Hissedarlar sözleşmesi, aile anayasasının bir parçası gibi düşünülebilirse de şirket hissedarları arasındaki ilişkiyi daha ayrıntılı ve daha sıkı şekilde düzenler. Bu sözleşmede, genel olarak hissedarların şirkette sahip oldukları payların devrine ilişkin sınırlamalar –bu bağlamda özellikle ön alım ve geri alım hakları ile alım opsiyonları, yönetim hakları ve karar mekanizmaları, rekabet sınırlamaları ve ortaklık ile ilgili diğer hak ve yükümlülükleri düzenlenir.

– İyi Bir Yönetim Kurulu

Aile bireyleri arasındaki ilişkiyi yazılı kurallarla daha sağlam şekilde belirlemeyi amaçlayan bu mekanizmalar dışında, her şirketin temel organı niteliğindeki yönetim kurulunun önemini de yadsımamak gerekir. Türk Ticaret Kanunu’na göre yönetim kurulunun görev ve sorumlulukları oldukça üst düzeydedir. Şirket için büyük bir öneme sahip olan bu organın aile şirketleri içindeki uygulamada duygusal bağlara yenik düşmemesi şirketin devamlılığı için büyük önem taşımaktadır.

Burada belirtilen enstrümanların aile ve şirketin özelliklerine göre çok farklı politikaların belirlenebileceğini unutmamak gerekir.

Sonuç:

Türkiye’deki şirketlerin çoğunluğunu oluşturan aile şirketlerinin büyük bir kısmının ömürlerinin kısa olmasının ve şirket içindeki temel ve aşılması zor görülen problemlerin çözümü içselleştirilmiş kurumsallaşma ve bu doğrultuda sağlanacak kurumsal yönetimden geçmektedir. Kurumsal yönetimin aile şirketinin bütününde gerektiği şekilde uygulanabilmesi için öncelikle şirketin mevcut durumu, bu duruma uygun çözümler ve atılacak adımlar gerçekçi olarak belirlenmeli, belirlenen aksiyonlar uygulamaya konmalı ve herkes tarafından gerekli özenle uygulandığının takibi sağlanmalıdır. Bahsi geçen adımların düzgün şekilde atılması ve gerek hukuki gerekse de stratejik bakımdan izlenecek yolların belirlenmesi ve ödün verilmeksizin uygulanması neticesinde aile şirketlerinin sağlam, güvenilir ve sürdürülebilir bir yapılanmaya sahip olacağına şüphe yoktur.

VEFA REŞAT MORAL

ADİ ORTAKLIKLARIN LİMİTED ŞİRKETE DÖNÜŞMESİNDE CİRO VE İŞ BİTİRME AVANTAJLARI

 

İnşaat şirketleri, bazen ihalelere girerken ciro veya iş bitirme belgelerinin yetersiz olması nedeniyle işbirliği yaparak başka firmalarla birlikte hareket etmektedirler. İhaleyi kazandıkları zaman ise genellikle “adi ortaklık” kurmaktadırlar. Türk Ticaret Kanunu kendi kapsamına giren işlere “ticari iş”, diğerlerine “adi iş”, kendi kapsamındaki ortaklıklara “ticari ortaklık veya şirket” diğerlerine ise “adi ortaklık” demektedir. Burada kullanılan “adi” kelimesi aslında sıradan, olağan anlamında kullanılmaktadır. Bu adi ortaklıklar, KDV, stopaj gibi mükellefiyetleri yerine getirmekte ve adi ortaklık adına fatura kesmektedir. Ancak kâr veya zarar, ortaklara hisseleri oranında paylaştırılarak onların beyannamelerinde gösterilmektedir. Esasen pratik bir uygulamadır. Sadece amaç ve konusunu ilgilendiren iş nedeniyle faaliyet göstermekte, örneğin inşaat işi tamamlandığında ise adi ortaklık sona ermektedir.

Bugüne kadar Kamu İhale Kurumu, iki ortağı da şirket olan adi ortaklıkların tür değiştirerek limited şirkete dönüşmesi işlemlerinde, adi ortaklığın iş bitirmesi yeni oluşan şirkette kullanılamaz demekteydi. Bunun gerekçesi olarak da 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun birleşme, bölünme ve tür değiştirmeye ilişkin düzenlemeleri kapsamında 180. ve 181. maddelerdeki hükümlerini ileri sürerek, bu maddeler içerisinde adi ortaklıklardan hiç bahsedilmediğini ifade etmekteydi.

Kamu İhale Kurumu pek çok kararında1 “Türk Ticaret Kanunu’nun “IV – Tür değiştirme I. Genel hükümler” başlığı altında yer alan 180. maddesinde, bir şirketin hukuki şeklini değiştirebileceği ve yeni türe dönüştürülen şirketin eskisinin devamı olduğu, 181. maddesinde ise, “Geçerli tür değiştirmeler” başlığı altında sayma yöntemiyle bir sermaye şirketinin dönüşebileceği sermaye şirketi türleri sayılmış, 182 ilâ 193’üncü maddelerde ise tür değiştirmeye ilişkin diğer hususlar düzenlenmiştir. Tür değiştirmeye ilişkin düzenlemelerin yer aldığı 180 ilâ 193’üncü maddelerde ticari işletmenin tür değiştirmesine ilişkin herhangi bir düzenlemeye yer verilmemiş, genel düzenlemelerden hariç olarak 194’üncü maddesinde özel bir hüküm yer almıştır. Bu şekildeki düzenlemeden kanun koyucunun ticari şirketlerin tür değiştirmesiyle ticari işletmenin tür değiştirmesini aynı nitelikte görmediği anlaşıldığından, doğrudan bir atıf olmadıkça tür değiştiren ticari işletmelere diğer hükümlerin kıyasen uygulanamayacağı ve kamu ihale mevzuatı açısından yeni bir şirket kurma yoluyla oluşan şirketin, ticari işletmenin devamı olduğunun kabul edilemeyeceği anlaşılmaktadır” demektedir. Konu adi ortaklık üzerinden tür değişikliği yapan firmalar tarafından mahkemelere taşınmıştır.

Ankara 5. İdare mahkemesi tarafından 15.05.2017 tarih ve e:2017/436, k:2017/1409 sayılı kararı ile “uyuşmazlık konusu olayda, adına iş deneyim belgesi düzenlenen adi ortaklığın 6098 sayılı türk borçlar kanunu hükümlerine tabi olduğu, 6102 sayılı türk ticaret kanunu uyarınca tahdidi olarak sayılan ticari ortaklıklar arasında yer almadığı ve nevi değişikliğinin sadece 6102 sayılı yasa uyarınca sayma yoluyla belirlenen ortaklıklar arasında yapılabileceği, adi ortaklığın tür değiştirme yoluyla limited şirkete dönüşemeyeceği ve adi ortaklık adına düzenlenen iş deneyim belgesinin limited şirket tarafından kullanılamayacağı değerlendirmesi ile davaya konu işlem tesis olunmuştur. davacı şirketin, tüm aktif pasifleriyle bir bütün olarak devamı niteliğinde bulunduğu adi şirket adına düzenlenmiş iş deneyim belgesinin sağladığı haklardan yararlanabileceği sonucuna varılmış olup bu belgenin yeterli olmadığından bahisle değerlendirme dışı bırakılmasına yönelik dava konusu kurul kararında hukuka uygunluk bulunmamaktadır… ’’gerekçeleri ile “dava konusu işlemin iptaline” karar verilmiştir. Anayasa’nın 138. maddesinin dördüncü fıkrası gereği, yasama ve yürütme organları ile idare mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Bu organlar ile idare mahkeme kararlarını hiçbir şekilde değiştiremez ve uygulamasını geciktiremez. Ayrıca, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 28. maddesinin birinci fıkrasında, mahkemelerin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre idarenin gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya eylemde bulunmaya mecbur olduğu, bu sürenin hiçbir şekilde kararın idareye tebliğinden başlayarak otuz günü geçemeyeceği hüküm altına alınmıştır. Yani Kamu ihale Kurulu ilgili karara göre işlem tesis etme mecburiyetindedir.

Açıklanan nedenlerle ilgili kararda;

1) Kamu İhale Kurulu’nun 11.01.2017 tarihli ve 2017/UH.I-206 sayılı kararının iptaline,

2) Anılan mahkeme kararında belirtilen gerekçeler doğrultusunda, 4734 sayılı Kanun’un 54’üncü maddesinin on birinci fıkrasının (c) bendi gereğince itirazen şikâyet başvurusunun reddine, oybirliği ile karar verildi.” denilmektedir. Böylece yargı kararı ile (iki ortağı da limited şirket olan) adi ortaklıkların limited şirkete dönüşmesi sonucunda adi ortaklığın almış olduğu işe ait iş bitirme belgesinin ve cirosunun tamamının kullanılacağı açık bir hale gelmiştir. Ancak bu iş bitirme ve cirolar sadece adi ortaklığın tür değişikliği ile meydana gelen limited şirket tarafından kullanılabilecektir. Kesinlikle adi ortaklığın ortakları olan limited şirketler tarafından kullanılamayacaktır.

Sonuç olarak iki limited şirketin oluşturduğu adi ortaklıklar işlerini bu şekilde tamamlar ve fesih olurlarsa, bu adi ortaklığın ortakları iş bitirme belgesini ve ciroyu sadece hisseleri oranında kullanabileceklerdir. Eğer iki limited şirketin oluşturduğu adi ortaklıklar tür değişikliği yaparlar ve bir limited veya anonim şirkete dönüşürlerse bu yeni oluşan şirket iş bitirme belgesinin ve cironun tamamını kullanabilecektir.

Prof. Dr. Ersan ÖZ

ŞİRKETLERİMİZ RİSKLERİNİ YÖNETEBİLİYOR MU?

 

Ülkenin gündeminde her hafta stres katsayısını yükselten gelişmeler olunca doğrusu insanın genel ekonomik tablo ile ilgili yorum yapma hevesi azalıyor. Enflasyondaki yükselme eğiliminden, uzun zamandır unuttuğumuz bütçe açığında kalıcılık işaretlerine, faizlerin düşmesini isteyen reel kesimin rekor düzeydeki borçlarına politikacıların faiz hassasiyetine rağmen artan Hazine borçlanmasının da eklenmesiyle daralan hareket alanımızdan, hukuk standartlarındaki farklılaşma nedeniyle AB ile gerilen ilişkilerimize ve kontrol etmekte zorlandığımız güneyimizdeki jeopolitik kaosa kadar önümüzü görmemizi engelleyen onca belirsizliğin yarattığı risklere daha geçen yazıda değinmiştik. Aradan geçen bir haftada döviz kurlarında oluşan beklenmedik sıçrama bir bakıma bu öngörülemezliğin yeni bir teyidi oldu. O yazıda, biraz da moralimizi düzeltmek için olsa gerek, iş hayatında da risk alma cesaretimizle övündüğümüzü, ancak şirketlerimizin risk algılarında ve risk yönetimi yaklaşımlarında küresel şirketlerden oldukça farklılaştığını belirtmiştik. Bu durumda en iyisi, geçen hafta ifade ettiğimiz niyet beyanına uygun olarak, konunun mikro ölçekteki boyutunu biraz irdelemek. Hem böylece bireylerin de, şirketlerin de kontrolü dışındaki faktörler yerine kendi inisiyatifleri ile yönlendirebilecekleri daha rahatlatıcı bir alana girmiş oluruz.

Şirketlerde risk yönetiminin kapsamı

Ancak öncelikle unutmamamız gerekir ki şirketlerimizin davranışları ve politikaları da genel ekonomik durumdan ve yapısal kısıtlardan bağımsız değil. Söz gelişi ekonominin dışa bağımlılığı, bir yandan şirketlerin üretim yapılarının ve küresel tedarik zincirinde aldıkları rolün bir yansıması iken, bir yandan da çevresel bir faktör olarak farklı riskleri büyütüp öne çıkarır. Aynı şekilde ülkedeki eğitim sisteminin, bilim ve teknoloji üretim kapasitesinin, hukuk düzeninin durumu şirketlerin hareket alanını kısıtlar, iş gücü niteliğini, üretim ve finansman yapılarını, dolayısıyla verimliliğinin ve rekabetçiliğinin sınırlarını belirler. Bu nedenle en uygun ölçek sınırını aştıkları ya da yönetim başarısı gösterdikleri için az sayıda şirketimizin risk yönetiminde bazı açılardan küresel şirket standartlarına yaklaştıkları, ancak onun dışında bu bakımdan da Latin Amerika ya da Ortadoğu gibi gelişmekte olan ülke şirketlerine daha yakın bir yaklaşım gösterdiği söylenebilir. Kuşkusuz gelişmiş ülkelerde şirketler bir yana kamuoyunun da son derece duyarlı olduğu iklim değişikliğinin etkileri ya da dijital devrim karşısında yaşlı nüfusun refah azalışı gibi tehlikelerin henüz bizim toplumun da, şirketlerimizin de risk radarında bulunmadığından söz etmiyoruz; bu kadarı zaten vardığımız düzeyde abartılı bir beklenti olur.

Salt şirket performansının risklerden kötü etkilenmemesi için alınacak koruyucu önlemler bağlamında baktığımızda da handikaplarımız var. Öncelikle risk yönetimi anlayışımız, toplumsal zihin kodlarımız nedeniyle, çoğu zaman risk gerçekleştikten sonra onu telafi etmek şeklinde ortaya çıkıyor. Oysa bu aşamada artık risk değil, onun verdiği zararın karşılanıp geçiştirilmesi söz konusudur; belki bir ölçüde de bu zarardan ders çıkarılması ihtimali. Şirketler için risk yönetimi, en basit tanımıyla şirketlerin yatırımları ve ticari faaliyetleri bağlamında karşı karşıya oldukları ve zarar doğurabilecek tehlikeleri dengelemek için alınacak tedbirleri önceden belirlemeleri ve yürürlüğe koymalarıdır. Bu açıdan her yerde her zaman uygulanacak şablonlardan çok, firmanın yapısına, içinde bulunduğu coğrafyaya, zamana ve endüstriye göre değişen stratejilere ihtiyaç vardır. Önemli olan şirkette risk yönetimini sistemik bir işlev haline getirmek ve senaryo analizlerini ve uygun risk transferi araçlarını da içeren bir raporlamayla yönetim kurulunun gündeminde tutmaktır. İşlevin yürütülmesi de genellikle icra başkanının (CEO) ya da mali yönetim başkanının (CFO) sorumluluğundadır.

Faaliyetin kesintiye uğramasına, dolayısıyla müşteri ve pazar kaybına yol açan afet, terör, grev, siber saldırı gibi olağanüstü ya da elektrik kaynağında veya bilişim altyapısında çöküş gibi arızi riskler bir yana bırakılırsa risk yönetiminin genelde operasyonlardan sağlanacak minimum karı garanti etmek ya da uğranılacak zararı minimuma indirmek olarak tanımlanması da mümkündür. Küreselleşme de ülkeler ve firmalar arasında oluşturduğu karşılıklı bağımlılık ile risklerin kapsamını ve gerçekleşme sıklığını arttırmıştır. Öte yandan Türk şirketlerinin henüz küreselleşme ve markalaşma sürecinin başında olmaları, bazı riskler açısından farkındalıklarını sınırlamakta, ekonomideki ithalat bağımlılığı ve kronik cari açık kısıtı da kur riskini muhtemel zarar oluşumu açısından enflasyonun büyüttüğü fiyat riskinin de önüne geçirmektedir. Bu itibarla uygulamada bizim şirketler için risk yönetiminin çoğunlukla fiyatlarda ve döviz kurlarında oluşacak oynaklıklardan doğabilecek zarar tehlikesinden korunmak anlamını taşıdığı söylenebilir. Böyle olunca da vadeli kontratlar ve opsiyonlar,futures/ forward/swap gibi hedging işlemleriyle, riskin süresine ve düzeyine bağlı olarak, riskin kardan fedakarlıkla piyasa hareketlerine endekslenmesi ya da belli bir maliyetle zararın minimize edilmesi sağlanabilir. Bizim gibi oynaklığı fazla olan ülkelerde çoğu zaman daha kısa vadelerde hedging yapılması daha akılcı bir strateji olabilir. Henüz finansal okuryazarlığın tartışıldığı ülkemizde bu karmaşık araçlar konusundaki farkındalık finansal kuruluşlarda bile yeni başladığı için nitelikli finans yöneticileri ya da danışmanlık desteği zorunludur. Yatırım yaparken fizibilite gereğinin bile çoğu firmamızda yeni sindirildiğini düşünürsek, dar kapsamlı bir risk yönetiminde de alacağımız mesafe olduğu açıktır.

Araçlar da, sigortalar da sınırlı

Bizim şirketlerimiz, bu köşede sıkça yinelediğimiz ölçek dezavantajları, küresel üretim zincirleri ve teknoloji konusundaki bağımlılıkları düşünüldüğünde fiyatta rekabetçi olmak için operasyonda ve tedarik zincirinde etkinliğe odaklanmak durumunda. Düşük kar marjını korumak kritik önem taşıyor. Bu nedenle küresel şirketlerin algıladığı risklerin ancak bir bölümü (ekonomik yavaşlama, artan rekabet ve mevzuat gibi) bizim radarımızda yer buluyor; yenilikçilik, imaj kaybı, siber riskler, yetenek çekimi hatta iş kesintisi ve ülke riski gibi tehlikeler ancak küreselleşmeye adım atan ya da ölçek eşiğini aşmış az sayıda şirketimizde dikkate alınıyor. Oysa çalkantılı piyasalarda orta ve küçük ölçekli şirketlerin de risk yönetimini önemsemesi şart. Hele bir telafi aracı olarak düşünülen sigortaların da dünya çapında risklerin ancak üçte birini karşıladığı düşünülürse!..

Batı’da son yıllarda yani küresel kriz sonrası gündeme gelen ve önemi artan “regülasyon “ yani mevzuat riskinin ise bizim için hep en önemli riskler arasında olduğu zaten herkesin bildiği bir şey. Son olarak şirketlerimizin büyük çoğunluğu ailelerin kontrolünde olduğundan, devamlılığı açısından ailelerin de risk yönetimi kapsamında düşünülmesi gerekiyor. Sözün kısası, sadece ülke yönetimi için değil, şirket yönetimi için de gelişmiş bir risk yönetimi anlayışı hayati.

ADNAN NAS

MARİFET RİSKİ SEVMEK DEĞİL YÖNETMEK

Büyümesini tasarruf ve üretime değil, borçlanma ve tüketime dayalı bir model içinde sürdürmeye endekslenmiş görünen ekonomimizde hem kamu kesiminde, hem de özel kesimde riskler birikiyor. Öyle ki, öteden beri vurguladığımız ve sadece ekonomik kararlara değil toplumsal olarak davranışlarımıza ve reflekslerimize de egemen olan “kısa vade tutsaklığı”ndan kurtulma hayallerimizden görünür gelecek için vazgeçmemiz gerektiği anlaşılıyor. Ekonomik yapımızın ve büyüme modelimizin uzunca bir süre için değişmez özelliği haline gelen cari açığa artık giderek büyüyen bütçe açığının eklenmiş olması, uluslararası değerlendirmelerde bizim için epeydir kullanılmakta olan “kırılgan ekonomi” tanımının da haklılığını tescil etmiş durumda. İkiz açığa ilave olarak ekonomiyi canlı tutmak için körüklenen kredi artışlarının mevduatla karşılanamayan bölümü için bankaların dış finansman arayışı, hem Hazine’nin, hem de özel kesimin borçlarının artmasına, bu da herkesin ittifakla (!) öfke duyduğu faizlerdeki yükselme eğiliminin devam etmesine yol açıyor. Dış borçlanma açısından durum daha hassas; yüksek faize rağmen yabancı fonlar üzerinde FED kaynaklı stres devam ederken giderek vadesi kısalan dış borçların önümüzdeki yıl servis ödemeleri, 2018 cari açığının finansmanı ile birlikte 200 milyar doları aşan yabancı kaynak bulunmasını gerektiriyor. Bu baskının kur ve faiz düzeyleri politikaları açısından fazla bir manevra alanı bırakmayacağı açık. Bu ekonomik görünüme, vize krizi ile doruğa ulaşan iç hukuk tartışmaları ile güney sınırlarımızdaki jeopolitik kaos da eklenince ülkenin risk primi daha da yükseliyor. Sonuç olarak sadece ekonomik değil diplomatik esnekliğimiz de zayıflamış olarak kıtlaşacak dış kaynağı pahalı maliyetle bulacağımız bir dönem bekliyor bizi.

Yeni bütçe ve artan açık
Aslında risklerle yaşamayı o kadar kanıksamış durumdayız ki, hiçbir gelişme bizi şaşırtmıyor. Korkutucu olan da bu. Risk duyarlığımız azaldığı için, yatırımcıları kaygılandıran ve tereddütte sevkeden zayıflıklarımızı yeterince önemsemiyoruz; onları düzeltmek için gösterdiğimiz sistematik çaba sınırlı kalıyor. Zaten şirketlerimiz de, bazı istisnalar dışında, yabancılarla ortaklık girişimlerinde en büyük avantajları olarak fazla tekin görülmeyen üçüncü ülke pazarlarında “risk alma“ kabiliyetlerini vurguluyor. Neredeyse risk sever imajından hoşlanıyor gibiyiz yani. Ne var ki bizim normal gibi algıladığımız riskler, küresel şirketlerin “öngörülebilir ve hesaplanabilir” risk anlayışını aşan olağandışı riskler. Geçenlerde konuşmacı olarak katıldığım bir risk yönetimi konferansında küresel çaptaki bir araştırma sonucunda belirlenen en büyük on riskin ancak yarısının bizim şirketlerin gündeminde yer alabildiğini uzun yöneticilik ve danışmanlık deneyimimle biliyorum. Ayrıca zihinsel kodlarımız riskleri ancak gerçekleştikten sonra algılamaya, tabir caizse bela başımıza geldikten sonra onu yönetmeye, daha doğrusu telafi etmeye eğilimli. Dolayısıyla risk yönetimi stratejilerinde de, başta dışa bağımlı ekonomik yapımızdan kaynaklananlar olmak üzere, geliştirmemiz gereken yönler var. Ancak bu konunun ayrıntılarını başka bir yazıda irdelemek daha isabetli olacak.

Başta bütçe ve orta vadeli program (OVP) olmak üzere genel ekonomi ile ilgili dokümanlar konusunda toplumsal duyarlılığımız ise çok daha zayıf. Ne bunların içeriği ile yeterince ilgileniyoruz, ne de uygulama sonuçlarını ,hedeflerden ne ölçüde sapıldığını umursuyoruz. OVP ile ilgili düşüncelerimizi ve gerçekleşme şansı hakkındaki kaygılarımızı bir önceki yazımızda özetlemiştik. Şimdi de Maliye Bakanı’nın 2017 bütçe gerçekleşmeleri ile 2018 Bütçe Tasarısı’na ilişkin açıklamalarına göz atalım. 2016’ya göre iki kattan fazla artış ile 47.5 milyar TL olarak öngörülen 2017 bütçe açığı, dokuzuncu ay sonunda 31.6 milyar TL’na ulaştı. (2016’daki 12 milyar TL’ye göre yüzde 163 artış) Yıl sonu hedefinin aşılacağı belli, nitekim bakan yeni açıklanan OVP ile 2017 bütçe açığının 61 milyar TL’na revize edildiğini belirtmiş. Son Torba Yasa Tasarısı ile getirilen vergi artışlarının da etkisiyle yaklaşık 600 milyar TL gibi yüksek bir düzeyde öngörülen vergi gelirlerine rağmen 2018 bütçesinde hedeflenen açık ise 65.9 milyar TL. Bu arada sıkça sözünü ettiğimiz hazine garantilerinin getireceği ilk yükler de yeni bütçeye konmuş; ulaştırma projeleri için 3.6 milyar TL, şehir hastaneleri için 2.6 milyar TL, KGF kefalet ödemeleri için 3 milyar TL. Tabii projeler tamamlandıkça bu bedellerin çok daha artacağı, bu nedenle yeni revizyonların gerekeceği kuvvetle muhtemel.

Savunma ve güvenlik için 18.7 milyar TL, Ar-Ge harcamaları için 5 milyar TL ödenek ayrılmış. Sosyal yardımlar için 50.8, reel sektöre nakit destek olarak 37, işveren sigorta primlerinin devletçe üstlenilen bölümü için 20 milyar TL ödeme öngörülmüş. Faiz dışı fazlanın 5.8 milyar TL olarak öngörülmesi de OVP’de gözlenen büyük düşüşü ( yani milli gelirin ancak yüzde 0.2’si düzeyinde bir fazlayı, program tanımlı olarak faiz dışı açığı) doğruluyor. Bu gidişle artık faiz dışı fazla çıpasını da unutmak zorunda kalacağız.

Vergide ve borçlanmada sürprizler
Sürpriz vergi paketini, özellikle MTV artışını kısmen geri çekmek için kurumlar vergisinde yapılan 2 puanlık artışı açıklarken evvelce bu vergide stratejik amaçlı indirim sinyalini vermiş olan Bakan’ın “artışın mecburen yapıldığını, imkân bulunursa yine indirileceğini” söylemesi, kamu finansmanında darboğaza girildiğinin kabulü yönüyle anlamlı. Bu arada genelde başlıca yapısal faktörlerden biri olarak bilinen vergi sisteminin böyle ani değişikliklerle konjonktürel bir yazboz tahtasına dönüştürülmesinin de zaten son zamanlarda büyük düşüş gösteren güven endekslerini olumlu etkilemeyeceğini unutmayalım.

Son olarak torba tasarısının 37 milyar TL’lik ek borçlanma yetkisi isteyen maddesi dikkat çekiyor. Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun’a göre bütçe açığının ancak yüzde 10’u aşılarak borçlanma yapılabilmesi mümkün iken daha eylül ayında bu limitin çok üstünde, hatta revize edildiği söylenen yılsonu açığı da aşacak ölçüde 70.5 milyar TL borçlanma yapmış olması, hukuki sorun bir yana, hükümetin de gelecek ile ilgili kaygılarının arttığına ve yeni açıkladığı OVP’de esas aldığı varsayımları kuşkulu bulduğuna işaret edebilir. Hele risk yönetimini, ancak riskler gerçekleştikten sonra akıl ettiğimiz düşünülürse!..

Adnan NAS

Vergi mükellef sayısı arttı

Gelir İdaresi Başkanlığı’nın açıkladığı vergi mükellefi verilerinden derlenen bilgiye göre, gelir stopaj, gayri menkul sermaye iradı (GMSİ), basit usul, kurumlar ve katma değer vergisi faal mükellef sayısı 10 milyon 180 bin 466 olarak belirlendi.

Mükellef sayısında geçen yılın aynı ayına göre yüzde 3,1 artış yaşandı.

Türkiye’deki faal mükellef sayısı şu şekilde:
2015 2016 2016
Haziran         Mayıs       Haziran
————- ——— ——— ———
Gelir vergisi  1.815.003   1.811.487     1.815.201
Gelir stopaj  2.518.679    2.581.192    2.586.912
G.M.S.İ         1.697.556    1.832.163    1.825.614
Basit usul    743.745        759.989        760.289
Kurumlar    685.368       713.482         715.135
KDV             2.414.562     2.472.165     2.477.315
Toplam:      9.874.913     10.170.478   10.180.466

Dağıtılmayan Kârların Vergilendirilmesinde Matrah Sorunu

Geçtiğimiz günlerde Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın basına yansıyan açıklamalarını takip ettik. Vergi alanında pek çok değişikliğin sinyalini veren açıklamaların ardından yayınlanan kanun tasarısında bu değişikliklerin detaylarını inceleme şansı bulduk. Söz konusu değişikliklerden biri de şirketlerin dağıtılmayan kârlarının vergilendirilmesine yönelik. Bakan Ağbal yaptığı açıklamada, şirketlerin dağıtılmamış karlarından %1 oranında vergi alınacağını belirtmişti. Kanun tasarısında bu oran belirtilmemekle birlikte, söz konusu verginin kapsamı aşağıdaki şekilde oluşturulmuş durumda:

• İlgili yılın kârı, kurumlar vergisi beyannamesinin verildiği ayı izleyen ikinci ayın sonuna kadar dağıtılmazsa veya sermayeye ilave edilmezse tevkifata tabi tutulacak. Normal hesap dönemine tabi şirketler beyannamelerini nisan ayında veriyor. Bu durumda haziran sonuna kadar vergi sonrası kar dağıtılmazsa veya sermayeye ilave edilmezse bu madde kapsamında tevkifat uygulanması gerekecek. Maddede özel bir hüküm bulunmasa da, şirketin geçmiş yıl zararları bulunması durumunda, dağıtılabilir karın hesaplanmasında dikkate alınması gerekir.

• Tevkifat yapılan karların sonradan dağıtıma konu edilmesi ve bu dağıtımın tevkifata tabi olması halinde, daha önce ödenen tevkifatın dağıtılan kâr üzerinden tahakkuk eden vergiden mahsubu öngörülüyor.

• Tevfikat yapılan ancak dağıtımı tevkifata tabi olmayan kârlara ilişkin (örneğin, tam mükellef bir kurumdan bir başka tam mükellef kuruma kâr dağıtımı), sonradan kâr dağıtımı yapılırsa veya kar sermayeye ilave edilirse, ödenmiş olan tevkifatın iadesi söz konusu olabilecek. Bu noktada bu tür şirketler için bir istisna hükmü getirilmesi düşünülebilir.

• Madde metninde ilgili hesap dönemine ait kâra atıf yapıldığı için 2017 itibarı ile bilançoda yer alan ve dağıtıma konu edilmemiş geçmiş yıl kârlarına herhangi bir tevkifat uygulanmayacak şeklinde bir anlam çıkarılıyor.

İlgili maddenin gerekçesinde, söz konusu vergi uygulamasının amacının kârların sermayeye ilavesini teşvik etmek olduğu belirtilmişse de bu tür bir vergilemenin şirketlerden fon çıkışını hızlandırma ihtimali bir risk olarak dikkate alınmalıdır. Zira, vergi kanunlarımızda aynı amaca yönelik bir takım istisnalar yer almakta ve bu yönüyle dağıtılmayan kârların vergilendirilmesi mevcut uygulamalarla çelişmektedir.

Burada asıl dikkat çekmek istediğimiz husus ise vergi hukuku açısından bu tür bir vergilemede karşılaşılabilecek bazı sorunlar.

Sorunun kaynağını esas itibarı ile verginin matrahı oluşturuyor. Matrah, vergi konusunun verginin hesaplanmasında esas alınan değeri veya miktarı olarak tanımlanabilir. Dağıtılmayan kârların vergilendirilmesi konusu ile ilgili olarak kanun taslağında matrah, ilgili hesap döneminde oluşmuş, sermayeye ilave edilmemiş veya dağıtıma konu edilmemiş kârların tutarı olarak belirlenmiş durumda. Dağıtılabilir kâr, ticari kârdan kurumlar vergisinin ve yedek akçelerin çıkarılması yolu ile tespit edilir. Ticari kâr ise bir şirketin muhasebe politikalarına, bünyesinde bulunduğu şirketler grubunun raporlama ilkelerine, halka açık olmasına veya olmamasına göre değişebilmektedir.

Özellikle halka açık şirketler ve uluslararası muhasebe standartlarına göre raporlama yapan şirketler, mali tabloların gerçeğe uygun sunumu amacıyla kıdem tazminatı karşılığı başta olmak üzere çeşitli karşılık giderleri muhasebeleştirmektedir. Ülkemizde muhasebe uygulamaları vergi kuralları çerçevesinde şekillenmiş olduğundan ve ihtiyatlılık prensibi gereği ayrılan bu tür karşılıklar vergi matrahını etkilemediğinden, halka açık olmayan ve uluslararası raporlama yapmayan şirketler karşılık ayırmamayı tercih edebilmektedir. Ancak, ülkemizin uluslararası muhasebe standartları ile uyumlu bir muhasebe sistemine geçiş hedefi bulunduğunu da hatırlatmak gerekir. Aynı zamanda kurumlar vergisi matrahını temsil eden mali kara ulaşırken vergi kanunlarına uygun olarak ayrılmayan karşılıklar açısından ticari kârda düzeltmeler yapılmakta ve vergi matrahının henüz gerçekleşmemiş karşılık giderlerinden etkilenmemesi sağlanmaktadır. Bir şirketin karşılık ayırmayı tercih etmesi durumunda mali kârı etkilenmese de ticari kârı olumsuz etkilenmekte ve azalmaktadır.

Kanun tasarısında yer alan dağıtılmayan kârların vergilendirilmesine ilişkin maddenin bu hali ile yasalaştığını varsayarsak, bir önceki paragrafta bahsi geçen karşılık giderleri yolu ile ticari kârın, dolayısıyla da dağıtılabilir karın azaltılması mümkündür. Diğer bir ifadeyle, şirket yönetiminin alacağı muhasebe kararları ile söz konusu verginin matrahı değişebilecek ve dolayısıyla daha az vergi ödenebilecektir.
Diğer taraftan, Vergi Usul Kanunu’nda suç ve ceza hükümleri birlikte okunduğunda şöyle bir çıkarım yapılabilmektedir: Defter ve kayıtlarda hesap ve muhasebe hileleri yapanlar hakkında, vergileme ödevini yerine getirmemeleri veya eksik yerine getirmeleri yüzünden verginin zamanında tahakkuk ettirilmemesine veya eksik tahakkuk ettirilmesine sebebiyet verilmesi halinde vergi ziyaı cezası kesilir.
Dağıtılmayan kârların vergi matrahı olarak belirlenmesi, karşılık ayrılması, farklı değerleme yöntemleri kullanılması gibi uygulamaların dağıtılabilir kârı azaltmaya yönelik yapıldığı iddiasıyla muhasebe hilesi sayılıp sayılmayacağı sorusunu akıllara getirmektedir. Böyle bir iddianın tersini ispatlayabilecek bir düzenleme ne kanun tasarısında ne de mevcut düzenlemelerde yer alıyor. Diğer taraftan, bu tür karşılıkların uluslararası muhasebe standartlarına uyum sağlamanın başlıca şartlarından olması nedeniyle, bu tür bir eleştiri muhasebe ve raporlama alanında belirlenmiş hedeflerle çelişecektir. Bu nedenle, bu tür bir eleştiriye imkan tanımayacak şekilde düzenleme yapılması ve dağıtılmayan karların vergilendirilmesi özelinde bir matrah tanımı yapılması gerekmektedir.

EKİM AYI TAHAKKUK VE ÖDEME GÜNLERİ :

– 02/10/2017: Ağustos 2017 Dönemine Ait Mal ve Hizmet Alım ve Satışlarına İlişkin Bildirim Formlarının verilmesi (Form Ba ve Bs)

– 02/10/2017: Ağustos 2017 Dönemine Ait Haberleşme Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 10/10/2017: 16-30 Eylül 2017 Dönemine Ait Noterlerce Yapılan Makbuz Karşılığı Ödemelere Ait Beyannamenin Verilmesi ve Ödenmesi

– 10/10/2017: 16-30 Eylül 2017 Dönemine Ait Petrol ve Doğalgaz Ürünlerine İlişkin Özel Tüketim Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 16/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Kolalı Gazoz, Alkollü İçecekler ve Tütün Mamullerine ve Dayanıklı Tüketim ve Diğer Mallara İlişkin Özel Tüketim Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 16/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Motorlu Taşıt Araçlarına İlişkin Özel Tüketim Vergisinin (Tescile Tabi Olmayanlar) Beyanı ve Ödemesi

– 16/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Özel İletişim Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 16/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 16/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Kaynak Kullanımını Destekleme Fonu Kesintisi Bildirimi ve Ödemesi

– 20/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Şans Oyunları Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 20/10/2017: Eylül 2017 Dönemi Şans Oyunlarıyla İlgili Veraset / İntikal Vergisinin Beyanı, Ödemesi

– 20/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait İlan ve Reklam Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 20/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Müşterek Bahislere İlişkin Eğlence Vergisinin Beyanı ve Ödemesi ile Diğer Eğlence Vergilerine İlişkin Eğlence Vergisinin Ödemesi

– 20/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Elektrik ve Havagazı Tüketim Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 20/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Yangın Sigortası Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 23/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait İstihkaktan Kesinti Suretiyle Tahsil Edilen Damga Vergisi ile Sürekli Mükellefiyeti Bulunanlar İçin Makbuz Karşılığı Ödenmesi Gereken Damga Vergisinin Beyanı

– 23/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait GVK 94. Madde ile KVK 15. ve 30. Maddelerine Göre Yapılan Tevkifatların Muhtasar Beyanname ile Beyanı

– 23/10/2017: Temmuz-Ağustos-Eylül 2017 Dönemine Ait Tevkifatların Muhtasar Beyanname ile Beyanı (GVK 98. Maddesinin 3. Fıkrasına Göre Üçer Aylık Beyanname Verme Hakkından Yararlananlar İçin)

– 23/10/2017: Temmuz-Ağustos-Eylül 2017 Dönemine Ait GVK Geçici 67. Madde Kapsamında Yapılan Tevkifatların Muhtasar Beyanname ile Beyanı

– 24/10/2017: Eylül 2017 Dönemine veya Temmuz-Ağustos-Eylül 2017 Dönemine Ait Katma Değer Vergisinin Beyanı

– 24/10/2017: 1-15 Ekim 2017 Dönemine Ait Noterlerce Yapılan Makbuz Karşılığı Ödemelere Ait Beyannamenin Verilmesi ve Ödenmesi

– 25/10/2017: 1-15 Ekim 2017 Dönemine Ait Petrol ve Doğalgaz Ürünlerine İlişkin Özel Tüketim Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 26/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait veya Temmuz-Ağustos-Eylül 2017 Dönemine Ait Katma Değer Vergisinin Ödemesi

– 26/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait GVK 94. Madde ile KVK 15. ve 30. Maddelerine Göre Yapılan Tevkifatların ve/veya Temmuz-Ağustos-Eylül 2017 Dönemine Ait Tevkifatların Ödemesi

– 26/10/2017: Temmuz-Ağustos-Eylül 2017 Dönemine Ait GVK Geçici 67. Madde Kapsamında Yapılan Tevkifatların Ödemesi

– 26/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait İstihkaktan Kesinti Suretiyle Tahsil Edilen Damga Vergisi ile Sürekli Mükellefiyeti Bulunanlar İçin Makbuz Karşılığı Ödenmesi Gereken Damga Vergisinin Ödemesi

– 31/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Haberleşme Vergisinin Beyanı ve Ödemesi

– 31/10/2017: Eylül 2017 Dönemine Ait Mal ve Hizmet Alımlarına ve Satışlarına İlişkin Bildirim Formlarının verilmesi (Form Ba ve Bs)

 

Kârını Sermayeye Ekleyen Şirketlerin Ortağı Şirketler İçin Önemli Bir Karar


13 Eylül tarihinde bu köşede yayınlanan makalede, 1 seri no.lu Kurumlar Vergisi Kanunu (KVK) Genel Tebliği’nde yer alan bir düzenlemenin Danıştay tarafından iptaline ve iptalin olası sonuçlarına ilişkin açıklamalar yapmıştım. Bugün, kararın gerekçelerinden ve yapılması gerektiğini düşündüğüm düzenlemelerden bahsedeceğim.

 

İptal edilen düzenleme ne diyordu?

İptal edilen düzenleme özetle şunu söylüyordu: İştirakiniz olan şirket, kâr yedeklerini kullanarak sermaye artırımı yaptı ve bu nedenle şirketiniz bedelsiz hisse senedi aldıysa;

– Aldığınız hisse senetlerini nominal bedeliyle aktife kaydetmeniz gerekir.

– Aynı tutarı gelir yazmanız gerekir ancak iştirak kazançları istisnasından yararlanabilirsiniz.

Kararın gerekçeleri

İptal kararının gerekçeleri özetle şöyle:

– Kârın sermayeye eklenmesi suretiyle yapılan sermaye artırımının şirketin mal varlığını artırıcı bir etkisi yoktur. Artırım nedeniyle oluşan payları temsil eden hisse senetlerinin ortaklara dağıtılması halinde ortakların mal varlığında da artış meydana gelmez.

– KVK’nın 15. maddesinin 2. fıkrası ile Gelir Vergisi Kanunu’nun (GVK) 94. maddesinde yer alan, kârın sermayeye eklenmesinin kâr dağıtımı sayılmayacağına ilişkin düzenleme, Kanun koyucunun sermayeye eklenen kârı ortaklar açısından elde edilmiş bir kazanç olarak kabul etmediğini göstermektedir.

– Sonuç olarak, kurum kazancı sermayeye eklenerek gerçekleştirilen sermaye artırımı sonucu elde edilen bedelsiz hisse senetleri nedeniyle iştirak kazancı elde edildiğinden bahsedilemez.

Kararın değerlendirilmesi

Başta, karara katılmadığımı, iptal edilen ve uzun yıllardır uygulanan düzenlemenin doğru olduğunu düşünüyorum. Konu bir makale boyutunda değerlendirilebilecek boytta değil ama düşüncemi kısaca özetleyeyim.

– Kârın sermayeye eklenmesinde mal varlığının değişmemesi argümanı: Kârın sermayeye eklenmesi durumunda ortağın mal varlığının değişmemesi, gelir elde etmediğinin argümanı olamaz. Nakit sermaye artışı halinde de ortağın mal varlığı değişmez. Mal varlığının kompozisyonu değişir. Hisse değeri alınan nakit kâr payı kadar azalır ama toplamda varlığın değeri kural olarak değişmez. Oysa gelir elde edilmiş olur. Nakit kâr dağıtımında kâr dağıtan şirketin malvarlığı doğal olarak azalır. Nakit sermaye artışında ise tersi olur. Kâr yedeklerinin sermayeye eklenmesi, kâr dağıtımı ve sermaye artırımı işlemlerinin ikisini birden içerdiğinden, sonuçta varlık değerinde değişiklik olmaz. Dolayısıyla kârın sermayeye eklenmesi durumunda şirketin varlığının değişmemiş olması da ortağın gelir elde etmediğinin argümanı olamaz.

– Kârın sermayeye eklenmesinin kâr dağıtımı sayılmaması argümanı: Kârın sermayeye eklenmesinin kâr dağıtımı sayılmayacağına ilişkin hüküm tartışılabilir. Düzenleme, stoapaj maddesinde ama madde “stopaj yapılmaz” demiyor, “kar dağıtımı sayılmaz” diyor. Dolayısıyla açık değil, gelir elde edilmediği şeklinde de yorumlanabilir. En azından gerçek kişiler açısından.

Tam mükellef kurumlara yapılan kâr payı ödemeleri stopaja tabi değil ve ilgili düzenlemenin bu kurumları ilgilendiren bir yönü bence yok. Düzenlemeyi, kârını sermayeye ekleyen gerçek kişilerin temettü geliri elde etmiş olmadığı şeklinde yorumlasak bile, kurumlar için de aynı yorumu yapmak bence doğru değil. Ancak yukarıda da söylediğim gibi, her iki görüş de kayda değer.

Bedelsiz alınan hisselerin maliyet bedelinin değişmemesi

Sermaye artırımı sonucu bedelsiz iktisap edilen hisseler nedeniyle bir gelir elde edilmediği kararı doğal olarak hisse sahibinin iştirak hissesi maliyetinin de değişmediğini söylemiş oluyor. Diğer tartışmalar bir tarafa, bu görüşe katılmak mümkün değil. Kârın sermayeye eklenmesi sonucu alınan ve yanlış bir ifadeyle bedelsiz olarak nitelendirilen hisselerin sahibine bir maliyeti var. Bedelsiz değil yani. Bedeli, vazgeçilen kâr payı tutarı. Dolayısıyla bu hisseler satıldığında da satış kazancını hesaplarken bu maliyeti dikkate almak gerek.

Karar ne yazık ki bu olanağı ortadan kaldırıyor.

Düzeltilmesi gerekecek kayıtlar ve beyannameler

Danıştayın tebliğ iptal kararının bu şekilde kesinleşmesi durumunda, kârın sermayeye eklenmesi nedeniyle bedelsiz hisse sahibi olan kurumlar, hiç de kolay olmayan muhasebe düzeltmeleriyle ve hiç de beklemedikleri bir vergi yüküyle karşılaşacaklar.

Belirtilen şekilde sahip olunan hisseler halen aktifte duruyorsa maliyet bedelini yeniden tespit edip düzeltmek, son beş yılda elden çıkarttılarsa da satış kazancını yeniden hesaplayıp zamanında ödemedikleri vergiyi ödemek durumunda kalacaklar. Uzun yıllardır yürürlükte olan bir tebliğe uyulmuş olması ne yazık ki bu durumu değiştirmeyecek.

Yapılması gereken düzenleme ve işler

Yukarıda da ifade ettim, iptal kararı sonuçları itibariyle çok sayıda şirketi zor durumda bırakacak. Maliye Bakanlığı davayı kaybetti ama vergi gelirlerini de artıracak.

Bakanlık kaybederken kazanmış oldu sonuçta. Bu kararın etkileri nedeniyle veya karar vesilesiyle, bazı düzenleme ve uygulamaların yapmasında yarar olduğunu düşünüyorum. Kısaca özetleyeyim:

– Öncelikle karardan etkilenecek şirketler için Maliye Bakanlığının açıklama yapmasında ve bu şirketleri bilgilendirmesinde yarar var. Zannediyorum çok sayıda şirketin bu karardan haberi yoktur. Bakanlığın bir açıklama yapmaması durumunda haberi de olmayacaktır.

– Fon ve ortaklıklardan elde edilen kazançlar iştirak kazançları istisnası kapsamına alınmalıdır. Düzenleme bir istisna düzenlemesi ama istisnayı bazı durumlarda vergi ertelemesi haline dönüştürüyor. Bu durumun düzeltilmesinde yarar var.

– İptal kararı kesinleşirse, tebliğde yer alan düzenleme kanuna taşınmalı veya çok sayıda şirkete olmaması gereken bir yük getiren durum başka bir şekilde düzeltilmelidir.

– Tebliğ ve sirküler iptallerinde geriye doğru mükellefe yapılacak tarhiyatlarda, ceza ve faiz uygulaması yapılmamasını sağlayacak düzenleme yapılmalıdır.
– Son olarak, Resmi Gazete’de yayımlanan düzenlemelerle ilgili yürütmeyi durdurma ve iptal kararlarının da Resmi Gazete’den izlenmesine olanak sağlanmalıdır. Danıştayın bu tür kararları Resmi Gazetede yayımlanmalı veya İdare Resmi Gazete’de yayımlanan bir tebliğ ile durumu duyurmalıdır. Mevzuatı bilmemek mazeret değil ama internet sitesinde yer alan bir mevzuat metninin içine konan bir notun herkes tarafından görülmesini beklemek de mümkün değil.