Bağımsız Denetçiler SMMM’ler-YMM’ler Ve Sürekli Eğitim

Bağımsız denetimin ve bağımsız denetçilerin farklı bir bakış açısı ile yeniden oluşturulması, yasal bir statü kazanması ve mesleğin ilke ve esaslarının oluşması, yeni Ticaret Kanunu’nun 01.07.2012 tarihinde yayınlanması ve “Kamu Gözetim ve Denetim Standartları”nın oluşturulması süreci ile başlamış bulunmaktadır. Yapılan yasal düzenlemelere göre meslekte belirli bir hizmet süresini dolduran SMMM’ler ile YMM’lere geçiş döneminde sınavsız olarak bağımsız denetçi olma hakkı verilmiştir.

Özel hükümler saklı kalmak üzere, geçiş döneminden sonra nasıl bağımsız denetçi olunabileceği ise yine ilgili mevzuat hükümleri ile belirtilmiştir. Buna göre bağımsız denetçi olabilmenin yolu her şeyden önce 3568 sayılı Meslek Kanunu’na göre meslek mensubu olmak yani SMMM veya YMM olmaktır. Bağımsız denetçi olmak isteyen kişi önce staj giriş sınavını kazanacak, 3 yıl stajını yapacak daha sonra açılan SMMM sınavlarına girip başarılı olacak ve SMMM ruhsatını alacaktır. Söz konusu kişi daha sonra Kamu Gözeteim Kurumu (KGK) tarafından düzenlenen Bağımsız Denetçi sınavlarına katılacak ve sınavlarda başarılı olması halinde bağımsız denetçi unvanını alarak mesleği icra edebilecektir.

Yani bağımsız denetçi olabilmenin ön şartı 3568 sayılı Kanun hükümlerine göre meslek mensubu (SMMM veya YMM) olabilmektir. KGK tarafından açılan bağımsız denetçi sınavlarına şartları taşıyan adaylar girseler ve başarılı olsalar dahi, SMMM sınavlarına girip başarılı olmadıkları sürece bağımsız denetçi olamamaktadırlar.

Bu doğrultuda bağımsız denetçilik aslında SMMM veya YMM’lerin uzmanlaştıkları farklı bir ihtisas dalı veya mesleğin devamı ancak daha farklı bir şekilde icra edilmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani esasında bağımsız denetçi olabilmenin ön şartı meslek mensubu olabilmektir. Meslek mensubu olmaksızın bağımsız denetçi olmak ve mesleği icra etmek mümkün değildir.

Bağımsız denetçilik mesleğinin diğer bir özelliği ise mesleğin icrası ve sürekliliği açısından mesleği eğitime tabi tutulmak zorunda olmalarıdır. 04.11.2017 tarihinde yayınlanan “ Bağımsız Denetçiler İçin Sürekli Eğitim Tebliği” ile bağımsız denetçilerin etik kurallara uygun ve yüksek kalitede bağımsız denetim hizmeti sunabilmeleri amacıyla, mesleki bilgi ve becerilerinin ihtiyaç duyulan seviyede tutulmasına ve geliştirilmesine yönelik usul ve esaslar belirlenerek düzenlenmiştir. Buna göre bağımsız denetçilerin alacakları eğitimin periyotları, konuları ve ders saati ve eğitimin süreleri belirlenmiştir. Yani bağımsız denetçiler düzenli olarak bu eğitimlere katılıp başarılı olamazlarsa mesleği icra edememektedirler. Bu sürekli eğitim zorunluluğu sadece bağımsız denetçiler için var olup, asıl meslek mensubu olan SMMM’ler veya YMM’ler için zorunlu değildir.

Sürekli eğitimin, mevzuatı sıklıkla güncellenen ve buna göre mevzuat hükümlerini takip etmek zorunda olan meslekler için uygulanması akılcı bir uygulama olarak kabul edilebilir. Ancak mesleğin bir bütün olarak değerlendirilmesi halinde, sadece bağımsız denetçilerin sürekli eğitime tabi tutulup asıl meslek mensupları olan SMMM ve YMM’lerin tutulmamasını anlamak ve anlamlandırmak zor olmaktadır. Yani bağımsız denetçiler için mevzuat hükümleri sürekli değişiyor ve bağımsız denetçilerin buna uygun olarak kendilerini yetiştirmeleri gerekiyor da meslek mensupları için mevzuat hükümleri değişmiyor mu? Ya da değişiyor olmasına rağmen meslek mensupları eğitim almadan bu süreci tamamlayabiliyor da, bağımsız denetçiler tamamlayamıyorlar mı? Gibi sorular aklımızdan geçiyordu.

Biz bu düşünceler içerisinde iken 23 Haziran 2018 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmelik ile meslek mensupları yani SMMM’ler ve YMM’ler içinde sürekli eğitim zorunluluğu getirilmiş bulunmaktadır.

Bilgi paylaşıldıkça şirket büyür mü?

Bilgi yönetimi uygulamalarının şirketin ilk dönemlerinden itibaren hayata geçirilmesinin şirkete maddi ve manevi olarak önemli getirileri bulunmakta.

Bilgi yönetimi deyince, aklınızda ne canlanıyor?

Bilgi sistemleri yönetimi,bilgi işlem veya müşteri ilişkileri yönetimi.
Yani firmaların var olan veya potansiyel müşterileri ile kurdukları ilişkiyi en verimli, en etkin ve sonuçta en karlı hale getirmek için kullandıkları yöntemler bütünüdür.

Eğer tüm bunları bütünsel bir düzeyde görebiliyorsanız, bilgi yönetimi kavramı size uzak değil demektir. Büyük resme baktığınızda bilgi yönetimi kurumların yeni bilgi yaratmak, bilgiyi yakalamak ve kurum içinde paylaşmayı içine alan tüm stratejileri barındırır. Şirketlerin bir alanda “en iyi pratik” gösterilmeleri genellikle her yönüyle birbirini tamamlayan bir sistemin su yüzüne çıkan başarılı sonucudur.

Şirket içinde bilgi paylaşımının önünde ne gibi engeller var?

Öncelikle, KOBİ’ler kısa dönemde bilgi yönetimin yararlarını göremiyorlar. Birçok küçük ölçekli fi rma müşteri geribildirimi ve bu geribildirimlerin ürün ve hizmetlere yansıtılmasının geri dönüşünü görmenin oldukça zor olduğunu düşünüyor. Ayrıca, KOBİ patronları bilgi yönetimini günlük operasyonlarına CV veri bankası oluşturmak, tedarikçilerle iletişim kurmak, data analitik araçları kullanmak olarak yansıtabilir. Üçüncü olarak da, pek tabii ki bilginin önemli bir değer olduğu ve merkezde paylaşılmadan tutulmasının yönetime kontrol ve güç getireceği inancıdır.

Dövizle Sermaye Artırımına Vergi Desteği

 

 

 

Yatırım teşvik belgesi kapsamında yatırım yapacak tam mükellef sermaye şirketlerine işe başladıkları hesap dönemini takip eden hesap dönemi sonuna kadar yurt dışından getirerek sermaye olarak konulan yabancı paraların, söz konusu dönem zarfında yatırım teşvik belgesi kapsamında sarf olunan kısmı nedeniyle oluşan kur farkları pasifte özel bir fon hesabına alınabilecektir. Bu durumda olumlu kur farkları bu hesabın alacağına, olumsuz kur farkları ise söz konusu hesabın borcuna kaydedilecektir.

Sermaye olarak konulan bu yabancı paraların, işe başlanılan hesap dönemini takip eden hesap dönemi sonuna kadar herhangi bir suretle sarf edilmeyen kısmı; bu hesap dönemlerine ait vergilendirme dönemlerinin sonuna kadar mukayyet değeriyle işe başlanılan hesap dönemini takip eden hesap döneminin sonu itibarıyla VUK’un 280’inci maddesine göre değerlenecektir.
Yukarıda ifade edildiği üzere oluşan fon hesabı sermaye ilave edilme dışında herhangi bir suretle başka bir hesaba nakledildiği veya işletmeden çekildiği takdirde, bu işlemlerin yapıldığı dönemlerin kazancı ile ilişkilendirilmeksizin çekiş döneminde vergiye tabi tutulacaktır. Kurumlar Vergisi Kanunu’na göre yapılan devir ve bölünme işlemleri hariç, şirketin tasfiyesi halinde de bu hüküm uygulanacaktır.
Diğer yandan bilindiği üzere Vergi Usul Kanunu’nun 265’inci maddesinde yer alan tanımlama uyarınca “Mukayyet değer” bir iktisadi kıymetin muhasebe kayıtlarında gösterilen hesap değeridir.
Dolayısıyla yurt dışından getirilen yabancı paraların yatırım teşvik belgesi kapsamında sarf edilmesi halinde bu bağlamda oluşan kur farkları işletmede açılacak özel bir fon hesabında izlenebilecektir. Bu konuda zaman içerisinde oluşan olumlu kur farkları sermaye artırımı dışında herhangi bir suretle başka bir hesaba nakledildiği veya işletmeden çekildiği takdirde, bu işlemlerin yapıldığı dönemlerin kazancı ile ilişkilendirilmeksizin ilgili dönemde vergiye tabi tutulabilecektir.
Söz konusu yabancı paraların mukayyet değerle değerlemesine ilişkin mükellefin tercihi, bu işlemi izleyen ilk geçici vergi beyannamesi ile birlikte vergi dairesine bildirilecektir.
Yatırım teşvik belgesi almak için başvuru yapılmış olması ve belgenin de işe başlanılan hesap dönemini veya müteakip hesap dönemi içerisinde alınmış olması halinde işe başlanılan hesap dönemini takip eden hesap döneminin son vergilendirme dönemine ilişkin değerleme gününde madde kapsamına giren yabancı paraların sarf olunmayan kısmından oluşan kur farkları ilgili gelir ve gider hesaplarına alınacaktır.

Seçilmiş Gelir İdaresi özelgeleri

Gelir İdaresi özelgeleri, vergi cezası ve gecikme faizine karşı koruma sağlıyor. Aynı nitelikli özelgeler sadece özelgenin verildiği değil bütün mükellefler için aynı sonuçları doğuruyor. Bu nedenle özelgeler oldukça önemli ve izlenmesi gereken kaynaklar.

Gelir İdaresi’nce verilen özelgelerden seçilmiş bazılarının özetine, yorum yapmadan zaman zaman bu köşede yer vermeye çalışıyorum. İşte son zamanlarda verilen özelgelerden seçtiğim bazılarının özeti. Özelgelerin tam metinlerine Gelir İdaresi’nin internet sitesinden ulaşmak mümkün.

– Mahkeme kararı gereği ödenen ve kusursuz sorumluluktan kaynaklanan tazminat ticari kazancın tespitinde gider kabul edilir mi?

(03.11.2016 tarih ve 72031 sayılı özelge)
Teşebbüs sahibinin, Borçlar Kanunu’nun “İstihdam Edenin Kusursuz Sorumluluğu” hükümleri çerçevesinde katlandığı tazminat yükümlülüğünün, teşebbüs sahibinin suçundan doğan tazminat olarak kabul edilmesi söz konusu değildir. Bu nedenle, sahip olunan aracın sürücüsünün yapmış olduğu ölümlü kaza nedeniyle açılan tazminat davasında Asliye Hukuk Mahkemesi’nce verilen karar çerçevesinde ödenen manevi tazminat ve varsa tazminata ilişkin yasal faizin ticari kazancının tespitinde gider olarak dikkate alınması mümkündür.

– Gelecek yılı da kapsayan sigorta için ödenen primler hangi dönemin gideri olarak dikkate alınır?

(07.12.2016 tarih ve 239534 sayılı özelge)
Nakliyecilik faaliyetinde kullanılan araçla ilgili olarak ödenen ve gelecek vergilendirme dönemlerini ilgilendiren sigorta prim tutarlarının cari hesap dönemine ait kazancın tespitinde gider olarak dikkate alınması mümkün değildir. Gelecek hesap dönemini de kapsayacak şekilde peşin olarak yapılmış olan kasko ve zorunlu trafik sigortası harcamalarının cari yıla ait olan bölümünün cari yılda, bu harcamalardan sonraki yıla ait olan bölümlerin ise gelecek yılda gider kaydedilmesi gerekir.

– Kira kayıp bedeli beyan edilmesi gereken bir gelir midir?

(27.07.2017 tarih ve 399531 sayılı özelge)
Belediye tarafından yapılan ihalede satın alınan taşınmazların geç teslim edilmesi nedeniyle açılan dava sonucunda lehe hükmolunan ve kiralama işlemine dayanmayan kira kaybı tutarının Gelir Vergisi Kanunu’nun 75. maddesinde yer alan genel tanım kapsamında, söz konusu tutara bağlı olarak tahsil edilen yasal faizin de anılan maddenin (6) numaralı bendi (alacak faizi) kapsamında menkul sermaye iradı olarak vergilendirilmesi gerekir.

– Yurt dışında ödenen kredi faizi Türkiye’de elde edilen kira gelirinden indirilebilir mi?

(09.06.2017 tarih ve 162467 sayılı özelge)
Gelir Vergisi Kanunu’nun 74. maddesinde, gerçek gider yönteminin tercih edilmesi halinde, gayrimenkul sermaye iradının safi tutarının tespitinde hangi harcamaların gider olarak dikkate alınacağı düzenlenmiştir. Söz konusu maddede, yurt dışından kullanılan krediye ilişkin ödenen faiz tutarlarının indirim olarak dikkate alınacağı hususunda herhangi bir hükme yer verilmemiştir. Bu nedenle, yurt dışından kullanılan krediye ilişkin ödenen faiz tutarlarının, Türkiye’de elde edilen kira gelirinden indirim konusu yapılması mümkün değildir.

– Mülkiyeti mükellefin babasına ait işyerinin bedelsiz olarak kullanması durumunda gelir vergisi stopajı yükümlülüğü doğar mı?

(07.03.2017 tarih ve 10 sayılı özelge)
Mülkiyeti mükellefin babasına ait olan işyeri için nakden veya hesaben kira ödemesinde bulunulmaması ve defter kayıtlarında bedelsiz olarak tahsis edilen işyerine ait kira ile ilgili herhangi bir gidere yer verilmemiş olması kaydıyla, gelir vergisi tevkifatı yapılmaz, başkaca tevkifata tabi ödemede bulunulmaması halinde muhtasar beyanname verilmez.

Ancak, söz konusu işyeri için Gelir Vergisi Kanunu’nun 73. maddesi hükmüne göre emsal kira bedelinin hesaplanması ve emsal kira bedelinin Kanun’un 86. maddesinin birinci fıkrasının (1) numaralı bendinin (d) alt bendi hükmü uyarınca belirlenen sınırı aşması durumunda, mülk sahibi tarafından yıllık gelir vergisi beyannamesi ile beyan edilmesi gerekir.

– Kalkınma ajansından alınan hibe tutarı ne zaman gelir kaydedilir? Bu tutara ait faizin ajans hesaplarına aktarılmasında nasıl işlem yapılır?

(20.10.2017 tarih ve 125707 sayılı özelge)
Kalkınma Ajansı’ndan alınan hibelerin şirketin banka hesabına aktarıldığı dönemin geliri kabul edilerek kurum kazancına dahil edilmesi ve söz konusu hibe tutarının “602- Diğer Gelirler” hesabında muhasebeleştirilmesi gerekir.

Diğer taraftan, Kalkınma Ajansı ile yapılan destek sözleşmesine göre adı geçen Ajans tarafından verilen hibelerin yatırıldığı hesaba tahakkuk eden faiz gelirleri ile bunun üzerindeki her türlü hak ajansa ait olduğundan bu faiz gelirlerinin kurum kazancıyla ilişkilendirilmemesi gerekir. Söz konusu faiz tutarlarının şirkete yapılacak nihai ödemeden mahsup edilen kısmının kurum kazancının tespitinde gelir olarak dikkate alınması gerekir.

TORBA KANUN TASARISI’NIN KURUMLARA GETİRDİKLERİ

Yasama organına sunulmuş bulunan ve ağırlıklı olarak vergi mevzuatını hedef alan Torba Kanun Tasarısı’nı irdelemeye bu yazımda da, kurumları ilgilendiren değişikliklerle devam ediyorum. Önce istisnalardaki ve ilgili muafiyetteki değişikliklerle başlayalım.

– KVK md. 5/1-e’de yer alan; kurumların iki tam yıl süreyle aktiflerinde yer alan taşınmazların satışından doğan kazançlara belli koşullarla yüzde 75 oranında uygulanan istisnanın oranı yüzde 50’ye indirilmektedir. Yine aynı bentte yer alan aynı süreye elde tutulmuş iştirak hisseleri, kurucu senetleri, intifa senetleri ve rüçhan haklarının satışından doğan kazançlarda istisna uygulaması yine yüzde 75 olarak devam edecektir.

Bent içerisinde farklı oran yaratmak, bence karışıklığa davettir. Bendin düzenlediği bütün kazançları aynı oranda istisnaya tabi tutmak, bence daha yerindedir. Öte yandan bu değişikliğin yürürlüğe giriş tarihi, kanunun yayım tarihi olarak belirlenmiştir. Bu da karışıklık yaratacak niteliktedir. Yayım tarihinde satışı yapılmış ancak fon ayrılmamış veya satış yapılmış ancak satış bedeli tahsil edilmemiş hallerde hangi oranın uygulanacağı sorunu gündeme gelebilecektir. Bu nedenle yürürlük tarihinin dönemsellik ilkesi de dikkate alınarak “1.1.2018’den sonra satışı yapılan gayrimenkullere uygulanmak üzere” şeklinde belirlenmesi yerinde olacaktır.

– KVK md. 5/1-f’de yer alan; Bankalara borçlu olanların ve bunların kefillerinin, borçlarına karşılık taşınmaz ve iştirak hisseleri, kurucu senetleri, intifa senetleri ve rüçhan haklarının bankalara devrinden doğan hasılatın borç tasfiyesinde kullanılan kısmına isabet eden kazançlara ve bankaların bu şekilde elde ettikleri kıymetlerin satışından doğan kazançlarına tanınan istisna kapsamına finansal kiralama ve finansman şirketleri de eklenmektedir. Ayrıca bankaların yanı sıra finansal kiralama ve finansman şirketlerinin bu kıymetleri satışından elde ettikleri kazançların da taşınmazlarda yüzde 50’sinin, diğer varlıklarda yüzde 75’inin vergiden istisna olması öngörülmektedir. Bu kapsam genişletmesi, 1.1.2018’den itibaren yürürlüğe girecektir.

– Kooperatiflerin risturn kazançları istisnası kapsamından; üretim kooperatiflerinde ortakların üreterek kooperatife sattıkları veya kooperatiften üretim maliyetinde kullanılmak üzere satın aldıkları malların değerine ve kredi kooperatiflerinde ortakların kullandıkları kredilere göre hesapladıkları risturnlar çıkartılmaktadır. Bu değişikliğinde 1.1.2018 tarihinde yürürlüğe girmesi öngörülmektedir. Ancak burada istisna kapsamı biraz daraltılmaktadır. KVK’nın aynı konuyu düzenleyen muafiyet düzenlemesi karşısında buradaki istisnanın uygulamada anlamsız kaldığı gerekçede söylenmekte ise de muafiyet koşullarını taşıyamayan üretim ve kredi kooperatifleri, bu değişiklikle istisnadan olmaktadır.

Öte yandan kooperatif muafiyetine ilişkin yapılan değişiklikle muaf kooperatiflerin ortak dışı işlemleri için iktisadi işletmelerinin olabileceği ve bu işletmelerin vergiye tabi olacağı hükme bağlanmaktadır. Böylece Tasarı ile muaf kooperatiflere, muafiyet koşullarını delme veya aşma yolu açılmaktadır. Ancak bu işletmelerin vergilendirmeye ilişkin esasları belirlenmeyerek, belirleme yetkisi Maliye Bakanlığı’na verilmektedir. Böyle bir düzenleme Anayasa’nın 73. maddesine (verginin yasallığı ilkesine) açıkça aykırıdır. Bu noktada söylemeliyim ki, hem muafiyet için koşullar belirleyen hem de bu koşulların ihlal yolunu düzenleyen bir muafiyet hükmüne ilk defa rastlamaktayım.

Kurumlar vergisi mükelleflerinin 2017 yılında gerçekleştirdikleri imalat sanayine yönelik teşvik belgesi kapsamındaki yatırımları için geçeri indirimli kurumlar vergisine ilişkin kanuni oranların, 2018 yılında yapılacak aynı kapsamdaki yatırımlar için de geçerli kılınması, Tasarı ile öngörülmektedir.

Tasarı ile transfer fiyatlandırması düzenlemelerinden kurtulmak için peşin fiyat anlaşması yapanlara uygulanan harçların da kaldırılması Tasarı ile öngörülmektedir.

Önemli değişiklik ise kısaca finansman kurumları diyeceğimiz bankalar, finansal kiralama şirketleri, faktöring şirketleri, finansman şirketleri, ödeme ve elektronik para kuruluşları, yetkili döviz müesseseleri, varlık yönetim şirketleri sigorta ve reasürans şirketleri, emeklilik şirketleri ile sermaye piyasası kurumlarının tabi oldukları vergi oranı yüzde 20’den yüzde 22’ye çıkartılmaktadır. Sermaye piyasası kurumları ise Sermaye Piyasası Kanunu’nun 35. maddesinde sayılmıştır.

Maddeye göre, yatırım kuruluşları, bağımsız denetim şirketleri, değerlendirme ve derecelendirme şirketleri, ipotek, konut ve varlık finansmanı kuruluşları, varlık kiralama şirketleri, portföy yönetim şirketleri, takas ve saklama kuruluşlarıdır. Elbetteki bunların kazançlarında var olan istisnalar varlıklarını sürdürmektedir. Bu oran değişikliğinin 1.1.2018’den sonra verilecek beyannamelere uygulanması öngörüldüğünden, söz konusu kurumların 2017 yılı son dönem geçici vergilerini de etkileyecektir.

Ancak bu oran yükseltmesinde dört garip nokta var. Birincisi dünyada devletler vergi rekabeti içerisinde kurumlar vergisini düşürme kavgası verirken biz yükseltiyoruz. İkincisi ise Sayın Cumhurbaşkanımız faizleri düşürmek için mücadele verirken, biz kredi ve finansman şirketlerinin vergi sonrası kârlarını tırpanlıyoruz. Şimdi bu şirketler kârlarını korumak için vergi artışını müşterilerine, yani kredi kullananlara yansıtmayacaklarını mı düşünüyoruz. Üç, kamunun vergi gelirine ihtiyacı varsa bu yükü bütün kurumlara değil de niçin sadece bu şirketlere yüklüyoruz. Dördüncüsü ise yılsonuna doğru oranı değiştirip gereksiz yere geçmişe etkili vergilendirme tartışması yaratmamız.

Bir önemli değişiklikte finansal kiralama ve finansman şirketlerine, şirket işlemlerinden kaynaklanan alacaklarından doğmuş veya doğması beklenen ancak miktarı kesin olarak belli olmayan zararlarını karşılamak üzere BDDK tarafından belirlenmiş usul ve esaslara göre ayırdıkları özel karşılıklarını da kurum kazancının tespitinde indirim konusu yapma olanağının sağlanmasıdır. 1.1.2018’de yürürlüğe girmesi öngörülen bu düzenlemenin KVK’da değil de 6361 sayılı Kanun’da değişiklik yapılarak gerçekleştirilmesi, pek yerinde değildir.

Çözüm Ortağımız Sayın Yasemin Eren’den



PAZARLAMA NEDİR, NE DEĞİLDİR?

Dürüst olmak gerekirse ‘’pazarlama’’ kelimesi birçok insan için çok da sevimli olmayan hisler uyandırmaktadır. Apartmanların girişine asılan ‘’pazarlamacılar giremez ‘’yazısı pazarlamayı rahatsız edici ve ısrarcı bir satış süreci olarak algılatmakla kalmayıp bu kavramın oldukça değersiz hale indirgenmesine neden olmuştur. Pazarlama alanında 16 yıllık deneyim sahibi biri olarak, ülkemizin en değerli markalarını yönetme şansı yakaladım. Bu süreç içerisinde markalaşmaya çalışan birçok firmanın üst düzey yöneticileri ile görüşmelerim oldu. Türkiye’nin en büyük ilk 500 firması içerisinde bulunan şirketlerin sahipleri, üst düzey yöneticileri ile çalışmalarımda, pazarlamanın gücüne inanmadıklarını, pazarlamayı gereksiz masraf kalemi olarak görmekle kalmayıp bununda ötesi,satış ve pazarlamanın farkını hala ayırt edemediklerini gördüm.

  • Pazarlama satış demek değildir.
  • Pazarlama tek başına yaratıcılık değildir.
  • Pazarlama sosyal platformlarda beğeni toplayıp takipçi kazanmak değildir.
  • Pazarlama sadece reklam ve PR değildir.
  • Pazarlama “anlık” sonuçlar alabileceğiniz kısa süreli bir çalışma değildir.
  • Pazarlama karmaşık stratejiler kurup onları uygulamaya çalışmak hiç değildir.

 

Dünya’nın en büyük markalarını incelediğimizde hepsinin birer pazarlama odaklı şirketler olduğunu görüyoruz. Bunu tam anlatabilmek için pazarlamanın gelişim evrelerine bakmak gerekir.

1850-1930’lar ÜRETİM ODAKLI ANLAYIŞ DÖNEMİ

Talebin arzdan fazla olduğu dönemler. Bu döneme damgasını vuran Henry Ford’un söylediği gibi Benden dilediğiniz renk ve model araba talep edebilirsiniz. Siyah ve T modeli olmak koşulu ile. Yani ne üretirsem üreteyim satarım anlayışının yaygın olduğu dönem.

 

1930-1950 ÜRÜN ODAKLI ANLAYIŞ DÖNEMİ

Daha fazla kalite, performans ve özellikler sunan ürün ve hizmetlerin tüketici tarafından tercih edileceği düşüncesini içerir. Ürünler müşteri ihtiyaçları göz önünde bulundurulmadan tasarlanıp üretildiği için, yanlışlar ile doludur ve pazarlama miyopluğuna yol açar.

Biz bu yöredeki en iyi oteliz! , Müşteriler mutlaka bizi seçecektir! , Bu malzeme en iyisidir! , Müşteriler ne anlar! zihniyetinin başarısızlığa yol açması çok muhtemeldir.

İşletmeler çok başarılı olabilirler. Hatta dünyanın en büyük 500 şirketinden biri haline gelebilirler. Fakat müşteri ihtiyacını, rekabeti, teknoloji ve diğer çevre şartlarını yakından takip etmezler ise ne kadar büyük ne kadar başarılı olursa olsunlar piyasadan silinebilirler.

1950’LER SATIŞ ANLAYIŞININ HAKİM OLDUĞU DÖNEMLER

Artan işletme sayısı ile birlikte aynı tipte ürün ve hizmet üreten işletme sayısı artmıştır.

Kalitesiz, tüketici beklentileri ile örtüşmeyen ürünleri baskıcı satış teknikleri kullanılarak satmaya çalışmışlardır. ‘Ne üretirsem satayım yeter ki satmasını bileyim!

Satış yapmaya çalışan kişi, müşterinin kısa ve uzun vadede çıkarları yerine kendi işletmelerinin veya bireysel çıkarlarını (aylık primlerini) düşünerek hareket etmişlerdir.  Yanıltıcı beyanlara girilmiştir.

Peter Drucker yıllar önce şu sözleri söylemiştir;

‘’Her zaman satmaya olan ihtiyaç var olacaktır. Fakat pazarlamanın amacı satmayı gereksiz kılmaktır. Yani pazarlamanın amacı tüketiciyi ve onun ihtiyaçlarını iyi tanıyıp, anlayıp ona göre ürünler üretmek ve bu sayede ürünlerin/ hizmetlerin kendi kendine satmalarını sağlamaktır. Burada işletmeye düşecek görev ürünlerini satışa hazır etmek olacaktır.’’

 

1970- 1980’LER REKABET VE ÜRÜN ÇEŞİTLİLİĞİNİN ARTIĞI DÖNEM. PAZARLAMA ANLAYIŞINA GEÇİŞ

Şirketler bu dönemde pazarlamayı satıştan ayıran en önemli kıstas olan ‘’strateji’’ kavramını dikkate almaya başladılar. Bu kapsamda pazarlama kavramının strateji kavramıyla bütünleştirilmesi, satış ve pazarlama ayırımının oluşmasında en temel kriter olarak karşımıza çıkmaktadır.

Stratejik pazarlamada üç kritik süreç vardır.

1.Değerin tanımlanması,

2.Tanımlanan bu değerin üretilmesi,

3.Tanımlanıp üretilen bu değerin sunulmasıdır.

Şirketler yavaş yavaş şunu farkettiler, pazarlama departmanı oluşturduğu stratejiler ile ürünü satılabilir hale getirmeye çalışır. Satış departmanı satılabilir hale gelen ürünlerin satışını gerçekleştirir.

Keza 16 yıl boyunca markalarını yönettiğim değerli firmalarda da satış ve pazarlama kesinlikle iki farklı departman olarak yapılanmaktaydı. Birbirlerinden ayrı, fakat işler bir o kadar senkronize ve planlı yürümekteydi.

İnsanların değişen gereksinimlerini karlı fırsatlara dönüştürmek,

Pazarı ve hedef kitleyi analiz etmek,

Strateji oluşturmak,

Yaratıcılıkla planlamak,

Müşteri sadakati yaratarak başarıya ulaştırmak,

Pazarlama departmanlarının, satış departmanlarıyla senkronize çalışması için belirlenen en asli görevlerindendir.

Philip Kotler’e göre Pazarlama karşılanmamış gereksinimleri ve talepleri saptayan, bunların büyüklüğünü ve olası karlılığını tanımlayıp ölçen, organizasyonun hangi hedef pazarlara en iyi şekilde hizmet verebileceğini belirleyen, seçilen bu pazarlara hizmet edecek uygun ürünlere hizmetlere ve programlara karar veren ve organizasyondaki herkesin müşteriyi düşünüp, ona hizmet etmesini isteyen işletme fonksiyonudur.

Tabi ki hepsini tek başına markalardan sorumlu kişiler yapmıyorlar. Tüm bu faaliyetleri yaparken üretim, arge, satın alma (tedarik zinciri), satış gibi departmanlar ile birlikte koordineli çalışıyorlar. Maalesef günümüzde tüm bunlara birçok şirkette ürün müdürü gibi çalışan patronlar karar veriyor.

Bir gün Türkiye’nin önde gelen patronlarından biri ile yaptığım sohbette tüm bunları yapmak sizin göreviniz değil dediğim de ama burada hiç kimse bu kararları verebilecek yetkiye sahip değil bu riski ancak patron olarak ben alabilirim dediğinde içimden tebessüm ettim. İşte burada pazarlamanın bir bilim olduğunu, bu kararları verirken sağdan soldan duyduklarımız ile değil pazar analizleri, rekabet analizleri yaparak yani detaylı pazar araştırmaları yapılarak bilgilerin toplanıp, rasyonel karar verilebilecek düzeye getirildikten sonra, yönetim kuruluna sunularak karar verilmesi gerektiğini ilettim. Bunun için de işin bir sorumlusu olmalı, bu da pazarlama departmanıdır.

 

Pazarlama literatüründe temel olarak 4P ile formüle edilen pazarlama karmasından bahsedilerek pazarlama bilimini ve departmanını detaylandırabiliriz. Bu 4 P’lere günümüzde 6 P, 4 C gibi eklemeler gelse de özü 4 P üzerine kuruludur.

  • Product (ürün)
  • Price (fiyat)
  • Place (bulunurluk)
  • Promotion (tutundurma)

Promosyonun bir kolu reklam, halkla ilişkiler ve satış geliştirmedir. Bulunduğunuz pazara uygun tüketici iç görülerini anlamak için araştırmalar yapılmalıdır. Bu sadece işin başlangıç kısmıdır. Şirketin, rakiplerin pazarın ölçümlenebilir, rasyonel verilere dayalı detaylı analizinin çıkarılması şarttır. Bununla beraber tüketici ihtiyaçları, talep beklentileri analiz edilmelidir. Bundan sonra stratejik bir yol haritası belirlenmelidir. Bu stratejiler genelde uzun vadelidir. İşte bu nedenle satış bugünü düşünürken pazarlama hep daha uzun vadede düşünerek hareket etmelidir. Çıkan rasyonel verilere göre başta yönetim kurulu onayı alınır ve ilgili tüm departmanlar ile birlikte çalışarak yeni ürün çıkarılması veya mevcut ürünün iyileştirilmesi konusunda ilgilileri harekete geçirir. Alınan kararların uyulup uyulmadığını, planlanan stratejilerin kontrolünü ve liderliğini yapar. Pazarlamanın temel amacı daha fazla ürünü, daha sık ve karlı bir şekilde satmaktır. Satışın işi ise kendilerine verilen ürünü, sorumlu olduğu bölgede, kanalda kendilerine tarif edilen müşteri adaylarına, kendilerine verilen fiyat listesi ve kampanya koşulları ile, kendilerine verilen tanıtım materyalleri ile satarak verilen hedefi tutturmaktır.  Satışın izleyeceği tüm yolu pazarlama çizer.

Çözüm Ortağımız Sayın Lütfü Pöge’den

BAĞIMSIZ DENETÇİNİZİ ATADINIZMI?

ATAMADIYSANIZ,ÇOK CİDDİ VE AĞIR YAPTIRIMLARLA KARŞI KARŞIYA KALABİLİRSİNİZ…..


 

Bağımsız denetime olan ihtiyaç son yıllarda önemli derece de artma eğilimi göstermektedir.

Ticaretin ve ekonominin kuralları gereği, İşletme içi Oyunculara ‘’ Ortaklara, Yönetime ve Çalışanlara’’ ve  işletme dışı oyunculara’’yatırımcılara, kredi verenlere, devlete, müşterilere ve tedarikçilere’’ doğru, güvenilir, şeffaf, açık ve anlaşılır bilgileri sağlamak gerekir. Oyuncuların arasındaki ekonomik ilişkiler ve çıkar çatışmaları,  doğru,güvenilir,şeffaf,açık ve anlaşılır bilgiye olan ihtiyacın önemini ortaya koymaktadır, bu da bağımsız denetim ihtiyacını her geçen gün artırmaktadır.Bağımsız Denetim,Şirketler açısından olmazsa olmaz önemdedir

 

6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 397 inci maddesi hükmüne göre ‘’şirketlerin finansal tablolarının bağımsız denetime tabi tutulması zorunlu olup, denetime tabi olacak şirketlerin hangileri olduğunun ise Bakanlar Kurulu tarafından belirleneceği belirtilmiştir’’.

2016 yılı için Bakanlar Kurulu tarafından bağımsız denetime tabi tutulacak şirketler aşağıdaki şekilde belirlenmiştir.

 

Aktif Toplamı: 40 milyon TL üstü

Yıllık Net Satış Hasılatı: 80 milyon TL ve üstü

Çalışan Sayısı: 200 ve üstü

 

Şirketler bu üç kriterden en az ikisinin sınırlarını art arda iki hesap döneminde aşmaları halinde izleyen hesap döneminden itibaren bağımsız denetime tabi olup, bağımsız denetim yaptırmak zorundadırlar.!!!!

Bazı şirketlerin sorduğu soru şu;

Şirketimiz yukarıda sayılan bağımsız denetime tabi tutulacak kriterlere uyduğu halde  Bağımsız denetim yaptırılmazsa müeyyidesi ne olur?.

 

Bağımsız denetim yaptırmamanın müeyyideleri yine TTK nun 397/2 maddesinde belirtilmiştir. Buna göre bağımsız denetim yaptırmamanın müeyyidesi “ şirketin Mali  tabloları ve Yönetim Kurulu faaliyet raporu düzenlenmemiş sayılır, bu da Yönetim Kurulunun ibra edilmemesi sonucunu doğurur,şirket kar dağıtamaz,sermaye arttırımı veya azaltımı yapamaz.”

 

İlk bakışta anlaşılmasa da, ekonomik karşılığı yok gibi gözükse de, aslına bakılırsa çok ciddi ve ağır bir yaptırım.

Bu çok ciddi ve ağır yaptırım ile ilgili bilgiler,muhtelif zamanlarda şirketlere açıklandığı halde ve değişik mecralarda yapılan açıklamalar yeterli olmamış olacak ki, şimdi de Ticaret Sicil Müdürlükleri bağımsız denetime tabi oldukları halde bağımsız denetçi atamasını yapmamış şirketlere bir yazı göndererek “ eğer şirketler bağımsız denetçi atamadıysa,bağımsız denetçi ataması yapılıncaya kadar Ticaret Sicilindeki taleplerinin yerine getirilmeyeceğini”bildirmiştir.

 

Gümrük ve Ticaret Bakanlığı İç Ticaret Genel Müdürlüğünün 03.04.2017 tarihli yazısından sonra Ticaret Sicil Müdürlükleri bağımsız denetime tabi oldukları halde henüz 2016 yılına ait bağımsız denetçisini seçmemiş şirketlerin genel kurullarını tescil ve ilan etmemektedir. Tabii bununla birlikte şirketlerin süresi biten imza sirküleri de aynı gerekçe ile yenilenmemektedir.

 

Üçer Mali Müşavirlik olarak tavsiyemiz;şirketlerimizin çok ciddi ve ağır yaptırımlarla karşılaşmamaları için,bağımsız denetime tabi olupta bağımsız denetçi atamamış olan şirketlerin bir an önce bağımsız denetçilerini atamalarıdır.

 

Bayram Tatili Dönüşü Ceza Ödemeyin

 

Bakanlar Kurulu Kararı ile bayram tatilinin 10 gün olacağı açıklandı. Bu tatil süresince beyan, vergi, çalışma anlamında sorumluluklarımızı atlamamak için küçük bir hatırlatma yapmak istedik. Bir yandan cezalarla karşılaşmamak adına sorumlulukları hatırlatırken, diğer yandan idari tatilde kim ne kadar tatil yapacak, yıllık izin mi kullanılacak sorularına da cevap arayacağız.

Tatil Günleri

2429 Sayılı Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun’da belirtildiği üzere resmi bayram günleri (resmi ve dini bayram günleri ile yılbaşı günü, 1 Mayıs günü ve 15 Temmuz günü genel tatil günleridir) resmi daire ve kuruluşlar tatil edilir.

4857 Sayılı İş Kanunu’na göre ulusal bayram ve genel tatil günlerinde çalışılması için işçinin onayı gereklidir. Yine aynı Kanun’da genel tatil günlerinde (kanunlarda ulusal bayram ve genel tatil günü olarak kabul edilen günler) bir iş karşılığı olmaksızın o günün ücretinin tam olarak ödeneceği belirtilmiştir. Tatil yapmayarak çalışıldığında ise ayrıca çalışılan her gün için bir günlük ücret ödenir.

Buradan da anlaşılacağı üzere, resmi daireler resmi tatil günleri boyunca kapanmakla birlikte özel işyerleri sadece 29 Ekim tarihinde kapalı olmak zorunda. Diğer tatil günlerinde ise işçinin çalıştırılabilmesi için işçinin rızası alınmak zorunda ve bu çalışma için ek ücret ödenmesi gerekmektedir.

 

İdari Tatil

Ulusal bayram ve genel tatil günleri hafta içine denk gelip de hafta sonuyla birleştirilebilme ihtimali olduğunda, akıllara hep “tatil kaç gün olacak?” sorusu gelir. Bakanlar Kurulu Kararı’nın yayımlanıp yürürlüğe girmesiyle tatil ilan edilen günler “idari tatil” günleri olup bu günler boyunca kamu kurumunda çalışan personel izinli sayılır; bununla birlikte işlerin yürüyebilmesi için minimum seviyede nöbetçi personel bulundurulur.

Özel işyerleri ise idari tatil kapsamı dışında kalmaktadır. Özel işyerleri için idari tatil konusunda mevzuatta düzenleme bulunmadığından özel iş yerlerinin çalışması devam etmektedir.
Yıllık İzin Kullanımı

Ulusal bayram ve genel tatil günlerini yıllık izin ile birleştirerek tatil yapmayı tercih edenler de olabilir. Bu durumda genel tatil ve hafta sonu dışında kalan günler yıllık izin olarak kullanılabilir. İdari tatil ilan edildiğinde de özel sektörde çalışanlar bu günlerde çalışmayarak tatil yapmak isterlerse yıllık izin kullanabilirler.

 

Bu Bayramda Hangi Günler Resmi Tatil?

Bu bayram 30 Ağustos ile aynı haftaya denk geldi. Buna göre tatil günleri aşağıdaki gibidir:

30 Ağustos resmi tatil,

31 Ağustos arife, yarım gün tatil 1-2-3-4 Eylül Kurban Bayramı tatili

Dolayısıyla bu günlerin dışındaki çalışma günleri için yıllık izin kullanılabilir.
İdari Tatilde Neden Ceza Riski Var?

İdari tatillerde kamu kurumları işlerin yürüyebilmesi için minimum miktarda memuru nöbetçi olarak bırakmakta ve kurumlar bu günlerde hizmet vermektedir. Dolayısıyla son beyan veya ödeme günleri idari tatil günlerine denk gelen işlemler için süre uzatımı –ayrıca bir düzenleme yapılmadığı sürece- mümkün olamayacaktır. Nasılsa idari tatilden sonraya sarkıyor diye düşünürseniz tatil dönüşü kötü bir sürprizle karşılaşabilirsiniz.
Örnek verecek olursak:

KDV, Muhtasar, Damga Vergisi gibi son ödeme günü 26 Ağustosa denk gelen ödemeler, hafta sonu geçtikten sonra en geç 28 Ağustos Pazartesi günü ödenmelidir.

Son ödeme tarihi 31 Ağustos olan SGK ödemeleri de en geç 31 Ağustosta ödenmelidir.

Son beyan tarihi 31 Ağustos olan Form BA ve Form BS bildirimleri yine bu tarihte yapılmalıdır.

Son gönderim tarihi 31 Ağustos olan e-Defter gönderimleri yine bu tarihte yapılmalıdır.

Yapılandırma borçları, diğer SGK ödemleri, bu tarihlere denk gelen diğer beyanlar, belirli süre içinde yapılması gereken bildirimlerden bu tarihlere denk gelen işlemlerde idari tatili göz ardı ederek son işlem günlerini kaçırmamaya dikkat edilmelidir.

Sonuç Olarak…

Tatil dönüşü ceza sürpriziyle karşılaşmamak için:

Son işlem tarihleri 26-27 Ağustos’a denk geldiği için ilk iş gününe sarkan işlemlerin 28 Ağustos’ta,

Son işlem tarihleri 28-29 Ağustos’a denk gelen işlemlerin ilgili günlerinde,

Son işlem tarihleri 30 Ağustos’a denk geldiğinden ilk iş gününe sarkan işlemlerin 31 Ağustos’ta,

Son işlem tarihleri 31 Ağustos’a denk gelen işlemlerin 31 Ağustos’ta,

​Son işlem tarihleri 1-4 Eylül’e denk geldiği için ilk iş gününe sarkan işlemlerin de 5 Eylül’de,

tamamlanması gerekmektedir.

Resmi tatil günleri dışında, özel sektörde izin kullanmak isteyen personel yıllık izin talebinde bulunarak bayram tatilini 10 veya daha fazla gün olarak değerlendirebilir.

Çözüm Ortağımız Sayın Emin Gemici’den

Türk İş Dünyasının değerli mensupları;

Dünyanın ve Türkiye’mizin içinde bulunduğu ekonomik konjonktür de sizlerin ne denli stresli bir ortamda olduğunuzu bizzat bu ortamı yaşayan biri olarak çok iyi tahmin edebiliyorum.

Bu cümleden hareketle; bin bir güçlük ve çaba ile yoktan var ettiğimiz ekonomik değerlerinizin, ne tür risklere muhatap olabileceği ve bu risklerin gerçekleşmesi halinde uzun yıllar içinde var ettiğiniz değerlerin bir anda yok olma ihtimali, yoğun gündem içerisinde birçok yöneticimizin ve de vatandaşlarımızın dikkatinden kaçmakta olduğunu düşünmekteyim. Bu düşüncemi destekleyen çok yakın geçmişte İstanbul kentimizde yaşanan (yağmur-dolu) doğal afettir.

Bu afetten zarar gören ve değerlerini sigorta ettirmiş kişi ve kurumlar zararlarını tazmin edeceklerdir, ama sigortayı lüzumsuz bir harcama kalemi gibi gören kişi ve kuruluşlar yukarıdaki paragrafta belirttiğim gibi uzun emek ve çabalar sonucu elde ettikleri ekonomik değerleri bir saatlik bir yağmur ve fırtınada kaybetmişlerdir.

Sigorta; bir ülkenin, bir şehrin ekonomik kalkınmışlığının en önemli kriterlerinden biridir. Neden böyle düşünüyorum? Çünkü bireylerin ve kurumların mülkiyetinde olan her değer milli servettir. Milli servetlerin olası risklere karşı koruma altına alınması, bir başka deyişle sigortalanması ekonomik proseslerde kesintinin yaşanması tehlikesini bertaraf edecektir.

Şöyle örneklemek isterim; Ahmet Bey ve Oğulları; uzun yıllar çabaları sonucu yıllık 100.000.000.- TL ciro yapan ve aktif değerleri 30.000.000.- TL olan bir fabrikaya sahipler ve fabrikada 250 kişi çalışmakta. Allah korusun fabrika yandı kül oldu geride hiçbir şey kalmadı.

Sizce ekonomik kayıp sadece 30.000.000.- TL değerindeki fabrika mıdır? Ahmet Bey ve oğulları ne yapalım nasipte buda varmış cana gelmesin mala gelsin çalışıp yeniden kurarız fabrikayı diyebilirler mi? Bu davranış basiretli bir davranış örneğimi dir?

Fabrika da çalışan 250 kişi, onların sorumluluğunda olan bireyler, fabrikanın müşterileri, malzeme temin ettikleri tedarikçileri, üretim kayıpları nedeniyle ödenmeyecek vergiler ve ssk primleri;  devletin vergi kaybı. Bu kayıpları daha da uzatmak mümkün, hal böyle iken milli servet olan değerleri sigorta ettirmemek,

Sigortaya ödenen paranın lüzumsuz bir harcama olduğunu düşünmek!

İşletme yönetimi ve yöneticileri için basiretli bir iş adamı gibi davranış örneği  olabilir mi?

Malum olduğu üzere Türk ticaret kanunumuzda “basiretli bir iş adam gibi” düşünüp hareket etmekten söz edilmektedir; hatta 361. Madde de “yönetim kurulu üyelerinin görevlerini yaparken kusurlarıyla şirkete verebilecekleri zarar,  şirket sermayesinin %25’ini aşan bir bedelle sigorta ettirilmiş ve bu suretle şirket teminat altına alınmışsa…. Kurumsal yönetim ilkelerine uygunluk değerlendirilmesinde dikkate alınır” ifadesi yer almaktadır.

Bir çok kurumsal şirket sigortalarını yaptırmakta bunu biliyorum.

Onlara naçizane tavsiyelerim olacak;

Özellikle;
.Komşu mali sorumluluk;
.Üçüncü şahıs mali sorumluluk;
.İşveren mali sorumluluk teminatlarını mutlaka almalarını tavsiye ediyorum.
.Poliçelerinde temeller mutlaka belirtilmeli, tescilli model kalıplar mutlaka belirtilmeli,
.Poliçelerdeki sigorta bedeli ile sigorta değerinin farklı olması ihtimaline karşı, mutlaka mutabakatlı kıymet esası ile sigorta yaptırmaları önemlidir.
.BZira bir hasar durumunda eksik veya aşkın sigorta sıkıntısı bu durumda yaşanmayacaktır.

Poliçenizde muafiyet ve/veya müşterek sigorta uygulamasına dikkat ediniz.

Bazı sigorta poliçeleri müşterek sigorta (sigorta bedelinin poliçede belirtilen belli bir yüzdesinin sigortalı üzerinde kalması ve meydana gelecek hasarlarda sigortalının bu oranla hasara iştirak etmesi kaydıyla sigortalıyla müşterek olarak yapılması) ve/veya muafiyet (hasarın, poliçede önceden belirtilmiş, sigorta bedeli üzerinden bulunacak bir oranda veya tutarda sigorta şirketi tarafından tazmin edilmeyeceği) uygulamaları bulunmaktadır.  Müşterek sigorta ve muafiyet uygulamalarında sigortalının ödeyeceği prim tutarından indirim yapılmaktadır. Dolayısıyla, sigortalının poliçenin düzenlenmesi aşamasında ödeyeceği prim tutarını ve sonrasında hasar anında alacağı tazminat miktarını etkileyecek muafiyet ve müşterek sigorta uygulamalarının avantaj ve dezavantajlarını bilmesi büyük önem taşımaktadır.

Muafiyetin sigorta bedeli üzerinden değil hasar bedeli üzerinden hesaplanması önemli bir husustur.

Kafaları çok karıştırmadan bu sayı için kâfi diyelim ve hepinize kazasız belasız, sağlık, huzur ve bol kazançlı günler dileyerek sonsuz saygı ve selamlarımı arz ederim.